26 Aralık 2014 Cuma

Bir ihtimal daha var

Russell Crowe’un ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu Son Umut,Çanakkale Savaşı’na gönderdiği üç oğlunun izini bulmak için İstanbul’a gelen Avustralyalı bir babanın öyküsünü anlatıyor. Oscar’lı oyuncu, yönetmenlikte vasatı aşamasa da kültürel kodlar ve millî hassasiyetler konusunda gayet titiz.1. Dünya Savaşı’nın cephelerinde dolaşmaya devam ediyoruz. Fatih Akın’ın Kesik filminde Ermeni tehciri dolayısıyla Doğu ve Güney cephesine şöyle bir uğrayıp geçmiştik. Son Umut ile sıra batı cephesinde. Doğrusu, son iki yıl içinde gösterime giren üç yerli filmden (Çanakkale Çocukları, Çanakkale 1915, Çanakkale: Yolun Sonu) sonra umudumuzu kesmiş ve Çanakkale defterini kapatmıştık. Bir Anzak torunu olan Russell Crowe, Son Umut / The Water Diviner filmi ile bu defteri yeniden açtı.Gerçek bir olaydan esinlenen filmde, üç oğlunu da Çanakkale Savaşı’na gönderen Avustralyalı bir babanın önyargılarından sıyrılmasını ve savaşın acımasızlığıyla yüzleşmesini izliyoruz. John Connor (Russell Crowe), savaştan dört yıl sonra oğullarının izini sürmek için İstanbul’a gelir. Connor’ın İstanbul’da başlayıp Çanakkale’ye ve oradan Anadolu’ya uzanan arayışında en yakınındakiler ise Osmanlı subayları Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal (Cem Yılmaz) olacaktır.Son Umut, Peter Weir’in Gelibolu (1981) filminin izinden gidiyor. Hatırlanacağı gibi Weir, Anzak askerlerinin kendileriyle hiç ilgisi olmayan bir savaşa katılmak için yaptığı zorlu yolculuğu ve savaşta yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde ele almıştı. Peter Weir’in ustalığından uzak bir ‘ilk film’ olan Son Umut, Gelibolu’nun sonrasına giderek ailelerin yaşadığı acılara ve ‘karşı taraf’a, yani bizim durumumuza da bakmaya çalışıyor.Oyunculuk kariyerinde Oscar heykelciği bulunan Russell Crowe’un yönetmenlik kumaşının çok iyi olmadığını söylemeliyiz. Elbette ki kötü değil, fakat Çanakkale Savaşı’na dair pek bilinmeyen bir sayfayı (ceset, isim ve mezar tespiti) perdeye yansıtan bu hikâye usta bir yönetmenin elinde dünya çapında bir filme dönüşebilirdi. Son Umut, bu haliyle Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye’de gişeyi hedefleyen ve bu ülkelerin kodlarına göre hazırlanmış ‘yerel’ bir film. Sadece oyuncu seçimleri değil, prodüksiyonu ve hikâye anlatım tercihleri de buna göre şekillenmiş. Epik bir tarihi drama çeken Crowe’un savaşın acımasızlığını göstermedeki becerisi, insan hikâyesini ve vicdanı öne çıkarması dikkat çekici. Bir ilk film olarak ortalamayı yakalasa da anlatım dilinde ve hikâye kurmada sıkıntıları var. Bunların bir kısmı senaryo kaynaklı iken, işin diğer tarafında yönetmenlik var. Ayrıca Ayşe’nin (Olga Kurylenko) hikâyesi bir türlü yerli yerine oturmuyor, genel tabloda yama gibi duruyor. Oyunculuk bahsinde Russell Crowe, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz ‘uluslararası’ bir performans sergilerken, Olga Kurylenko tıpkı oynadığı karakter gibi biraz sırıtıyor.Son Umut’un bizi şaşırtan ve takdiri hak eden yönü ise kültürel kodları yakalamadaki başarısı. Çanakkale Savaşı’na bizim gözümüzden (yönetmene göre ‘öteki’) bakabilmesi, 1920’lerin İstanbul’unda, Cumhuriyet arefesindeki günlük hayata ve kültürel detaylara dikkati, ‘millî hassasiyetlerimize’ yaklaşımındaki titizliği bizdeki bazı yönetmenlere ders olarak okutulabilir. Osmanlı’yı incitmeden, yeni kurulacak Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal’e, dini ve kültürel değerlere, hepsine birden gereken vurguyu ihmal etmeyen bir denge ve detay dikkati var filmin. Bu yaklaşım gururumuzu okşasa da, filmde Yunanlıların Karayip Korsanları’ndan fırlamış çapulcu halleri de ‘karşı kıyı’da rahatsızlığa sebep olabilir.

23 Aralık 2014 Salı

Hobbit’ten yeni rekor

17 Aralık’ta gösterime giren Hobbit: Beş Ordunun Savaşı filmi gişe rekoru kırdı. İlk beş günde 643 bin 689 kişinin izlediği yapım, yabancı filmler kategorisinde rekora imza attı.Yönetmen Peter Jackson’ın, J.R.R. Tolkien’in Hobbit adlı eserinden uyarladığı üçlemenin son filmi olan Hobbit: Beş Ordunun Savaşı, Türkiye’de 1989’dan bu yana tutulan istatistiklere göre, yabancı filmler arasında en iyi ilk beş gün açılışını yaptı. 3D, IMAX ve Türkçe dublajlı seçenekleriyle gösterime giren filmde, Bilbo Baggins (Martin Freeman), Thorin Meşekalkan (Richard Armitage) ve Cüceler Bölüğü’nün maceraları sona eriyor.

19 Aralık 2014 Cuma

Orta Dünya efsanesinin sonu

Peter Jackson, 2001’de adım attığı Orta Dünya yolculuğuna 13 yıl sonra nokta koyuyor. Yüzüklerin Efendisi’nden sonra gelen üç filmlik Hobbit serisi, Beş Ordunun Savaşı filmiyle sona eriyor. İlk iki filmde hikâyeyi geliştirmeye çalışan Hobbit serisi, görkemli bir savaş ile seyircisine veda ediyor.Doğrusu, yıllar sonra Orta Dünya’ya dönme fikri ilk başta hiç de fena değildi. Hatta, Hobbit serisini yöneteceği açıklanan Meksika sinemasının ‘altın çocuk’larından Guillermo del Toro’nun bakış açısıyla Orta Dünya’da gezinme fikri iyiden iyiye heyecan vericiydi. Daha sonra Peter Jackson, yapımcılıkla yetinmeyip yönetmen koltuğuna da oturunca “Olsun, yabancı değil!” diyerek teselli olmuştuk. Ve iki yıl önce bu zamanlar Yüzüklerin Efendisi serisinden dokuz yıl sonra bir kez daha Orta Dünya’ya adım attık.Fakat bir sorun vardı. Evet, Orta Dünya bıraktığımız gibiydi. Yine var olmayan dillerle konuşan garip yaratıklarla dolu, ihtişamlı, epik, maceralı ve sürükleyiciydi. Ama bir o kadar da tanıdık. Hobbit: Beklenmedik Yolculuk’un (2012) işi ağırdan alan, futbol tabiriyle söylersek ‘top çeviren’ yapısı biraz hayal kırıklığına yol açmıştı. Üç kitaplık Yüzüklerin Efendisi’ne üç film çeken Peter Jackson, tek kitaplık Hobbit’ten yağ çıkarırcasına üç film çıkarmaya çalıştığı için bu kaçınılmazdı. İkinci film, Simaug’un Çorak Toprakları, kendi sahasında beklemeyi bırakıp topu kanatlara yaymaya başlamıştı ama birkaç cılız denemeyi saymazsak yine beklediğimiz atakları göremiyorduk. O gün tahmin etmiştik, herhalde Jackson, bütün hücum varyasyonlarını Beş Ordunun Savaşı’na saklıyor. Öyle ya, isimlerden anlamalıydık; ilki bir yol filmi, ikincisi arada derede bir ‘araf’ filmi, üçüncüsü savaş filmi!Hobbit: Beş Ordunun Savaşı’nda Bilbo Baggins, Thorin Meşekalkan ve Cüceler Bölüğü’nün maceraları destansı bir sona ulaşıyor. Erebor Cüceleri, ‘vaat edilmiş topraklar’a ve onun zenginliğine sonunda kavuşur. Ancak Ejderha Smaug, Göl Kasabası’nı yerle bir ederken onlar sadece izler. Hatta yardımlarına gelen cüceler Elfler ile savaşırken bile seyirci kalırlar. Çünkü Erebor’un hazineleri Thorin’in başını döndürmüş ve onu iyice paranoyaklaştırmıştır. Gandalf’ın uyarılarına da kulak asmayan Thorin ve Elfler için, bir an önce kendilerine gelip birlikte mücadele etmekten başka seçenek kalmamıştır.DÖN BABA DÖNELİM!Yönetmen Peter Jackson’ın ilk iki Hobbit filmiyle bizi baş başa bıraktığı ‘kandırılmışlık’ hissinden son filmde bir nebze sıyrılmak mümkün. Üç filmlik serinin bütün aksiyon ve savaş sahnelerini sonuncuya saklamak, ticari bir tercih olsa da seyirciye haksızlık sayılabilir. Aslında esas mesele, tek filmde anlatılabilecek bir hikâyenin ticari kaygılarla üç filme yayılması. Beş Ordunun Savaşı’nda da aynı zafiyetin izlerini görüyoruz. Uzayıp giden savaş sahneleri ve aralara yerleştirilen, bizim yerli dizilerin yakın plan duygusal sahnelerini hatırlatan ‘parçalar’ filmi uzatma girişiminden başka bir şey değil. Gözlerin içine kadar girilen bu yakın çekimler, duygusal yoğunluktan ziyade Hint filmlerindeki gibi bir duygu karmaşasına yol açarken filmin ritmini de ciddi ölçüde zedeliyor. Olur olmaz yerde devreye giren ağır çekimler de cabası.Diğer taraftan, Hobbit serisinin en etkileyici sahnelerinin bu filmde olduğunu teslim etmeliyiz. Ejderha Simaug’un Göl Kasabası’nı yerle bir etmesi ve ihtişamlı vedası, Gandalf’in kurtarıldığı bölüm ve Azog ile Thorin’in buzlar üzerindeki mücadelesi... Hikâyenin ilk iki bölümde tüketilmesi, son bölümün hikâyesiz bir olay ve savaş filmi olmasına yol açıyor. Hatta birazcık Thorin haricinde filmde doğru düzgün bir karakter ve herhangi bir dramatik çatışma olduğunu söylemek de zor. Bu konudaki boşluklar seyircinin müktesebatına havale edilmiş ya da hepten göz ardı edilmiş. Görsel ve teknik açıdan iyi olsa da filmde CGI efektlerinin aşırı kullanımı göze batıyor. Kostüm tasarımı, sanat yönetimi, makyaj, renk ve ışık kullanımında, yani teknik anlamda yine kusursuza yakın bir iş çıkaran Peter Jackson’ın işin felsefi kısmını, hikâye ve karakter derinliğini ihmal etmesi, filmin belli bir seviyeyi aşmasına engel oluyor.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Asâsız Musa kıssası

Oscar’lı yönetmen Ridley Scott, Exodus: Tanrılar ve Krallar filminde bir peygamber kıssasından ziyade, halkının özgürlük mücadelesine öncülük eden bir liderin aksiyonla yoğrulmuş yol hikâyesini anlatıyor.Geçtiğimiz nisan ayında gösterime giren Nuh: Büyük Tufan vesilesiyle andığımız Cecil B. DeMille’in ruhu, bu kez daha güçlü bir şekilde geri geldi. Oscar’lı yönetmen Ridley Scott’ın Exodus: Tanrılar ve Krallar filmi, epik sinemanın ‘ağababası’ DeMille’in, Kitab-ı Mukaddes’ten uyarladığı 1956 yapımı On Emir filmini referans alıyor.Exodus: Tanrılar ve Krallar, bir peygamber kıssasından ziyade, halkının özgürlük mücadelesine öncülük eden bir liderin/kahramanın hikâyesini anlatıyor. Filmde, esas çatışma ‘kardeş gibi’ büyüyen Musa ile Ramses arasında geçiyor. Ramses, firavun olunca Musa’yı danışmanı ve komutanı yapar. Ancak Ramses, Musa’nın aslında bir İbrani olduğunu öğrendiğinde onu sürgüne yollar. Bu sürgün, Musa’nın içsel yolculuğunu başlatacak ve yıllar sonra bir peygamber ve İbranilerin lideri olarak Firavun’un karşısına çıkaracaktır.Hz. Musa’nın kavmini Mısır’dan çıkarmasını konu alan Exodus: Tanrılar ve Krallar, Eski Ahit’teki ilgili bölümü esas alıyor. ‘Mısır’dan çıkış’ anlamındaki exodus kıssasına ek olarak film olayların öncesine gidiyor ve Firavun’un sarayında iki ‘kardeş’ olarak büyüyen Musa ile Ramses’in dostluğuna da değiniyor. Filme geçmeden önce şunu hatırlamakta fayda var: Ridley Scott, Tevrat ve İncil’de anlatılan Hz. Musa kıssasını esas alıyor; dolayısı ile Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Musa ile filmde temsil edilen ‘Moses’ ve onun yaşadıkları zaman zaman örtüşse de temel meselelerde (tevhid inancı, peygamberlik özellikleri ve olaylar silsilesi) gibi ciddi farklılıklar var.KİMLİĞİNDEN KAÇAMAZSINDinî literatürün alanına giren bu zorunlu açıklamadan sonra Exodus’un sinemasal ayağına geçecek olursak, yönetmen Ridley Scott, On Emir filmini esas alsa da özellikle ilk yarıda Gladyatör (2000) etkisi var. Hititler ile yapılan savaş sahnelerinde ustalığını konuşturuyor Scott. Görüntü yönetiminin Firavun’un başkentinde, Hz. Musa’nın yolculuğunda, özellikle de vahiy sahnelerinde farklı renk paletleri tercih etmesi filmin tonunu belirliyor. Filmin esas sorunu ise senaryodaki karakter gelişimi ve drama çatışmasının eksikliği. Daha doğrusu, kâğıt üzerinde olan bu unsurların perdeye zayıf bir şekilde yansıtılması. Ramses ile Hz. Musa arasındaki çatışma nispeten hedefini bulurken, Hz. Musa’nın sürgünde yaşadığı içsel yolculuk perdede çiğ duruyor.Senaryonun karakter gelişimindeki özensizliği John Turturro, Sigourney Weaver, Ben Kingsley, Hiam Abbass, Gülşifteh Farahani gibi kaliteli oyuncuları silik bir figür haline getiriyor. Christian Bale ile Joel Edgerton’un oyunculukları iyi olsa da akılda kalıcı bir performans ortaya koyamıyorlar. Ridley Scott, Cecil B. DeMille’den farklı bir yol izleyerek Hz. Musa’nın mucizelerini aklileştirme yoluna gidiyor. Kızıldeniz’in ikiye yarılması, bilinen şekliyle peygamberin asâsını yere vurmasıyla değil, doğal bir gel-git hadisesiyle izah ediliyor. Ayrıca meşhur ‘Asâ-yı Musa’ da filmde, hiçbir düğümü çözmeyen sıradan bir aksesuar olarak kalıyor. Tıpkı Nuh: Büyük Tufan’da olduğu gibi Exodus’ta da ‘zalim, gaddar ve intikamcı Tanrı tasavvuru’ devreye giriyor. Daha çok Tevrat kaynaklı bu tasavvur, bir de Tanrı’yı çocuk suretinde perdeye yansıtma tercihiyle birleşince dindar seyirci için iyice rahatsız edici bir hal alıyor.Sözün özü; Exodus: Tanrılar ve Krallar, halkına öncülük eden bir lider/kahramanın aksiyonla yoğrulmuş yol hikâyesi olarak izlendiğinde ‘seyirlik’ bir film. Onun haricindeki sinemasal ya da dinî birtakım beklentiler için ise düşük profilli. Savaş sahneleri haricinde titizliğini biraz kaybetmiş olduğunu düşündüren usta yönetmen Ridley Scott, kapanış jeneriğindeki “Kardeşim Tony Scott’a” ithafı ile -filmden bağımsız olarak- sinemaseverlerin kalbine garip bir hüzün bırakıyor.

5 Aralık 2014 Cuma

Kesik kesik bir yolculuk

Fatih Akın imzalı ‘Kesik’, Ermeni tehcirine dair sinemamızdaki ilk film olması ve bu ağır sorumluluğu cesaretle omuzlaması ile takdiri hak ediyor. Bununla birlikte, çözümleyici olmayan toptancı yaklaşımını yetkin bir sinema diliyle destekleyemiyor.Bireyin ve toplumun geçmişle yüzleşmesi, günümüzde büyük ölçüde sinemayla oluyor. Dünyadaki birçok ülke, işin siyaset sahnesine bakan yönüyle dosyayı kapattı. Türkiye ise yeni başlayanlardan. Hatırlayalım, en yetkili ağızların “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” dediği günlerde anadil sorunu festivallerin gündemindeydi. Alevi açılımı yeni yeni hecelenirken A.Haluk Ünal’ın Saklı Hayatlar filmi seyirciye ulaşmıştı bile. Resmi tarih söylemini sarsan filmler içinde Mustafa ile Hür Adam’ın yeri ayrı. En koyu tartışmalar bu iki film etrafında yaşandı. Fatih Akın’ın Kesik / The Cut filmini de bu iki yapımın yanına ‘neredeyse’ koyabilirmişiz ama bu haliyle sadece bir ‘ilk adım’ olarak kalıyor.1915’te başlayıp 1923’te biten filmde, Mardinli demirci ustası Nazaret Manukyan’ın öyküsünü anlatıyor Fatih Akın. Ailesiyle yaşayan Nazaret, bir gece askerler tarafından apar topar götürülür. Nazaret’in uzun yolculuğu böyle başlar. Bu yolculuk sırasında iyilik gördüğü kadar katliamlara da tanık olur; boğazına aldığı bir bıçak darbesiyle sesini kaybeder. Kızlarının Küba’ya gittiğini öğrenen Nazaret, onların peşinden önce Küba’ya, ardından ABD’ye gider.Kesik, epik/tarihi drama olarak başlayan kişisel bir yol/arayış hikâyesi. Bundan öte anlamlar yüklemek, filme ve yönetmene haksızlık olacağı gibi sinemanın doğasına da aykırı. 1915’teki Ermeni tehcirini, hikâyesi ve karakteri için bir çıkış noktası olarak kullanıyor Fatih Akın. Esas derdi, 1915 Olayları’na ‘soykırım’ demek ya da diyenleri tashih etmek değil. Herhangi bir tarafı memnun etmeye çalıştığını söylemek kolaycılık olur. Tarafsız kalmaya çalışarak, görebildiği, araştırabildiği ve hayal edebildiği şekilde o dönemin içinde yol alıyor.Ne yazık ki Kesik’in 1915’e yaklaşımı, analizci bir bakıştan uzak, toptancı ve şaşırtıcı derecede yüzeysel. Üzerinde 100 yıllık bir tortu bulunan Ermeni tehcirindeki cesur tutumundan dolayı Fatih Akın’ın bu ‘kusur’u nispeten hoşgörülebilir. Fakat Kesik’te insanı şaşırtan daha büyük bir sorun var. Açılışta perdeye yansıyan “Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’na girdiği için güç kaybetmiş ve bütün azınlıklar düşman addedilmiştir.” cümlesi, filmin Ermeni tehcirine yaklaşımının toptancı ve çözümlemeden uzak olacağını haber veriyor. Şaşırtıcı olan ise tıpkı tarihselci yaklaşımı gibi filmin sinema dilinin ve anlatım tekniğinin de şablonlara ve belli başlı bazı formüllere yaslanması.Netameli meselesine hızlı bir giriş yapan Kesik, aynı hızla dağılıyor. Bu dağınıklıkta senaryonun payı büyük. Fatih Akın’ın hiçbir filminde Kesik’in ilk yarısındaki kadar kötü diyalog ve mizansen bulamazsınız. 1915 konusunda dengelere ve hassasiyetlere yoğunlaştığı görülen yönetmen, ilk bölümde karakter gelişimi, sinema dramaturjisi, diyalog ve mizansen kurma konusunda ciddi sorunlar yaşıyor. Bazı sahneler perdede çiğ duruyor.Filmde birçok etnik grup var; Türk, Kürt, Arap, Kübalı, Amerikalı, Kızılderili ve hatta Alman... Dolayısıyla çok dilli bir film Kesik. Ancak herkesin kendi dilinde konuştuğu filmde bütün Ermeniler İngilizce konuşuyor (Polanski’nin Piyanist’ini hatırayalım). Etnik olarak baktığınızda ise Kesik’te her milletin iyisi-kötüsü varken Kürtlere ‘eşkıya’lıktan başka bir rol düşmüyor. Filmin Schindler’i ise ‘sabun üreticisi’ bir Arap! Amerikan yerlilerinin, Yahudilerin ve Ermenilerin yaşadıklarını analojik bir yaklaşımla aynı torbaya doldurup ‘eşitleme’ çabası da filmin toptancı yaklaşımına dair bir başka örnek.Kesik, 100. yılını kutladığımız sinemamızla yaşıt olan Ermeni tehcirine dair ilk film olması ve bu ağır sorumluluğu cesaretle omuzlaması ile takdiri hak ediyor. Çıkış noktası olarak kullandığı 1915 Olayları’na dair çözümleyici olmaktan uzak söylemlerini ise yetkin bir sinema diliyle destekleyemiyor. Epik/tarihi drama türü, yol filmleri ve westernin şablonlarına sığınan film, bu referanslar ile hikâyesi ve karakteri arasında bağdaştırıcı bir anlatım dili oluşturmakta ciddi sorunlar yaşıyor.

28 Kasım 2014 Cuma

Ben tek, siz hepiniz

Matrix serisinde Keanu Reeves’in dublörü olan Chad Stahelski’nin ilk kez kamera arkasına geçtiği John Wick, her yanına western kokusu sinmiş, şiddet yüklü bir intikam filmi. Biçimci ve estetik kaygıların öne çıktığı film, Matrix serisinden bu yana dişe dokunur bir yapımda göremediğimiz Reeves’in kariyerine ivme kazandırabilir.Kimsenin sinema sevgisini teraziye vurup tartmak haddimiz değil. Fakat western sevmeyenin sinema sevgisinden şüphe edebiliriz, etmeliyiz de! Çünkü hangi türü kazısanız altından westernin kalıntıları çıkar. Başka bir deyişle, her türde westerne giden bir yol vardır. Hatta -eski- mahalle çocukları arasındaki futbol maçlarında ya da kavgalarda söylenen “Ben tek, siz hepiniz” sözünün izini bile western filmlerinde sürebiliriz. Neyse ki John Wick var, o kadar uzaklara gitmemize gerek yok. John Wick, her yanına western kokusu sinmiş, şiddet yüklü bir intikam filmi. Bir zamanların namlı tetikçisi John Wick (Keanu Reeves), sevdiği kadın için yeraltı dünyasından ayrılır ve eşiyle birlikte mutlu bir hayat sürer. Ancak yıllar sonra eşinin ölümüyle dünyası başına yıkılır. Hayatta bir amacı kalmamıştır. Eşinin, ölmeden önce ona aldığı yavru köpek Daisy ile depresyondan çıkar. Fakat geçmiş John Wick’in yakasını bırakmaz. Bir zamanlar emrinde çalıştığı mafya babası Viggo Tarasov’un (Michael Nyqvist) oğlu Iosef ve arkadaşları bir gece onun evine gelir, 1969 model efsane Mustang’ini çalar ve Daisy’yi öldürürler. ‘Yeni yetme’ Iosef (Alfie Allen), uyuyan devi uyandırdığının farkında değildir. Babası Viggo, John Wick’i arayıp durumu düzeltmeye çalışır ama nafile. John Wick, yeminini bozmuştur bir kere… DUBLÖRLÜKTEN YÖNETMENLİĞE John Wick, tıpkı ana karakterinin sahalara dönmesi gibi, başroldeki Keanu Reeves’in de dönüş filmi. Matrix Üçlemesi’nden sonra dişe dokunur bir yapımda göremediğimiz oyuncunun kariyerinde John Wick yeni bir aşama olabilir. Tabii ki bunu zaman gösterecek. Ana karakter ile Reeves’in kariyerinin benzerliği tesadüf değil. Filmin yönetmeni, ilk kez kamera arkasına geçen ünlü bir dublör, Chad Stahelski. Şimdilerde filmlerdeki dublörlerin koordinatörlüğünü yapan Stahelski, Matrix serisinde Keanu Reeves’in dublörüydü. Brandon Lee’nin hayatını kaybettiği The Crow filminde çıkış yapan Stahelski, Matrix serisi ile parlamıştı. Belki bir vefa duygusuyla bu kez Stahelski, Reeves’i hayata döndürüyor. John Wick, biçimci kaygıların öne çıktığı stilize bir aksiyon filmi. Şu sıralar ülke gündeminden bunalan ve ‘kafa dağıtmak’ isteyenler için iyi bir fırsat. Tabii ki, bunun için sinemada şiddet ile aranızın makul seviyede iyi olması gerekiyor. Aksi halde metrekareye düşen ölü sayısı ortalamanın biraz üzerinde! Yönetmen Stahelski, incelikli tercihlerle filmini basit bir intikam hikâyesi olmaktan çıkarıyor. Müzik, set, dekor ve kostüm tasarımındaki estetik kaygıların yanı sıra görsel anlamda yeraltı dünyasının tetikçileri için de ayrı bir ‘dünya’ çizerek farklı bir yol izliyor. Tıpkı Lewis Carroll’un Alice’i gibi, John Wick de tuhaf bir otelin bodrumundan paralel bir evrene geçiyor. Kendine has kuralları olan (otel içinde öldürmek yasak, söz verdiğinde yerine getirmezsen cezası ölüm vs.) bir dünyanın içine dalıyoruz John Wick’le birlikte. John Wick’in bir köpek ve araba yüzünden bütün mafyayı ‘temizlemesi’nin ardında eski günlere dönmenin kızgınlığı var. “Bir köpek ve araba değil mi? Neden bu kadar abartıyorsun?” sorusuna, “O beni hayata bağlıyordu.” cevabını veriyor Wick. Evet, bazen küçük bir detay hayata bağlar; yine hiç beklenmedik bir olay geçmişin külünü alevlendirebilir. Filmin western ile göbek bağını en iyi kuran film ise şimdilerde usta bir yönetmen olan Clint Eastwood’un oynadığı 1968 yapımı Onları Yükseğe As. Ve tabii ki Sam Peckinpah filmleri! Oyunculuklar bahsinde, Keanu Reeves’in rolüne iyi hazırlandığı her halinden belli. Orijinal Ejderha Dövmeli Kız’dan tanıdığımız İsveçli Michael Nyqvist ile Game of Thrones dizisinde parlayan, şarkıcı Lilly Allen’ın kardeşi Alfie Allen baba-oğul Rus mafyasında filmin oyunculuk değerini artırıyor. John Wick; estetik kaygıları, biçimci yaklaşımı, orijinal atmosfer tasarımı, müzikleri ve ana karakteri ile başrol oyuncusunun birbirine paralel öyküsü sayesinde ‘kafa dağıtmak’ isteyen seyirciyi salondan boş göndermeyecek bir yapım. Ancak filmin şiddet dozu, tür meraklısı seyirci için makul olsa da alışkın olmayan bünyelere fazla gelebilir.

21 Kasım 2014 Cuma

Haftanın filmleri VİZYONDAKİLER'de; Yeter ki 'yüz'süz olmasın devrim

Açlık Oyunları serisinin final bölümünün iki bölüme ayrılması, bir koyundan kaç post çıkarırsak kârdır anlayışının yansıması. Nitekim, bu anlayışın izleri Alaycı Kuş Bölüm 1’de açıkça görülüyor. Sahneler ve diyaloglar yayıldıkça yayılıyor. ‘Devrim ateşinin’ filmin atmosferine yansımasındaki sorunlar da cabası.Son birkaç yıldır gençlik filmlerinin ısrarlı bir şekilde ‘isyan’ teması üzerinde durmasının ardında hangi lobilerin izini sürmeliyiz? Malum, ülkemizde yaşanan her olumsuz olayda yeni bir lobinin varlığını öğreniyoruz. Eğer birileri bugüne kadar adını koymadıysa, sinema üzerinden gençleri isyana teşvik eden bu sinsi kalkışmaya ‘isyan lobisi’ diyebiliriz. Ya da bugün yeni filmiyle gösterime giren Açlık Oyunları serisinden hareketle ‘Katniss Everdeen lobisi’! Son iki yılda gençlerin hem kurban hem kurtarıcı olduğu distopik filmleri hatırlayalım: Labirent: Ölümcül Kaçış, Uyumsuz, Uzay Oyunları, Sinyal, Dünya: Yeni Bir Başlangıç... Bunlar arasında Açlık Oyunları, Suzanne Collins’in çoksatan kitabının da rüzgarıyla diğerlerinden birkaç adım öne çıktı ve kısa sürede seriye dönüştü. Finalin ilk bölümünde Katniss Everdeen (Jennifer Lawrence), 13. Bölge’de uyanır. 13. Bölge’nin başkanı Coin (Julianne Moore) ile eski oyun kurucu Heavensbee (Philip Seymour Hoffman) Katniss’e ‘devrimin yüzü’ olmayı teklif eder. İlk başta tereddüt eden Katniss, Panem’i yöneten Başkan Snow’un (Donald Sutherland) 12. Bölge’yi yerle bir ettiğini görüp Peeta’nın kendisini suçlayan açıklamalarını da televizyondan izleyince teklifi kabul eder... Üç kitaplık Açlık Oyunları’nın dört film halinde sinemaya uyarlanması, bir koyundan kaç post çıkarırsak kârdır anlayışının yansıması. Nitekim, bu anlayışın izleri final bölümünde görülüyor. Sahneler ve diyaloglar yayıldıkça yayılıyor. Başkan Coin’in bitmeyen konuşmaları, Katniss’in tekrar tekrar komuta odasına çağırılması ve uzatmalı tereddütleri filmin ritminde aksamalara yol açıyor. ALGI OPERASYONU MU, PR ÇALIŞMASI MI? Filmin devrim bahsindeki çiğliği ayrı bir konu. 12 bölgenin halkını kurtuluşa ulaştıracak devrim, tamamen bir PR (Halka İlişkiler) çalışması olarak yürütülüyor. Barry Levinson’ın yönettiği Başkanın Adamları’nı (1997) -ya da bugünün Türkiye’sini- hatırlatan medya üzerinden bir algı savaşı izliyoruz. Arap Baharı’yla birlikte kitlesel olaylarda medyanın çekingen tavrının yanında sosyal medyanın ne derece etkin bir mücadele aracı olduğu görülmüştü. Açlık Oyunları’nda ise sosyal medyanın yerini eski usul tek sesli medya alıyor. Esasen, bir ideali ve hedefi olmayan Katniss Everdeen’in anlık öfke patlamalarından besleniyor devrim. Heavensbee’nin “Bize bir yüz gerek” ifadesinde kendini gösteren strateji için Katniss’e yaralıları ziyaret ettirmek ya da yaşadığı bölgenin nasıl yıkıldığını göstermek gerekiyor. Tıpkı Başkan Snow’un Peeta’yı kukla yapması gibi, Katniss de isyancıların kuklası. Bir farkla; Katniss gönüllü, Peeta’nın ise beyni yıkanmış! Bu ilkel ve kaba konumlandırma serinin iki filmdir hazırladığı distopik atmosferi, baskıcı ve totaliter rejimlere, eğlence dünyasına ve gençliğin ‘uyuşturulmasına’ karşı söylemlerini yerle bir ediyor. Film, söyleme yansıyan isyan ruhunu ve bunun halklardaki karşılığını perdeye yansıtmakta başarısız. Belki de sinekten yağ çıkarma anlayışının etkisiyle filmdeki isyan coşkusu sadece Başkan Coin’in ‘ulusa sesleniş’lerinde havaya kalkan eller ile sınırlı. Bu yönüyle film, karakter ve hikâyenin yanı sıra atmosfer anlamında da kendi alanını daraltıyor. Geçtiğimiz aylarda hayatını kaybeden Philip Seymour Hoffman’a bir parantez açmadan olmaz. Heavansbee rolündeki Hoffman, bir sahnede “Yeri doldurulamayacak kimse yoktur.” diyor. Fakat perdede onu bir kez daha izleyince bu cümlenin sinema için geçerli olmadığını anlıyoruz.

14 Kasım 2014 Cuma

Bir şarkı söyle, içinde ömrüm olsun

Erol Mintaş’ın ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı, Kürt sorununda yeni bir perde açıyor. Şimdiye kadar resmî tarihle cebelleşen ve geçmişin acılarını 90’larda gezinerek anlatan ‘Kürt sineması’, Annemin Şarkısı ile birlikte günümüze, büyükşehrin keşmekeşine taşınıyor.2000 sonrası sinemamızda kendine önemli bir alan açan Kürt sorunu, uzunca bir süre resmi tarihle cebelleşti. Kurulu düzenin yok saydığı acıları perdeye yansıttı Kürt sinemacılar. “Devlet vatandaşını öldürmez” anlayışının faili meçhuller için nasıl perde olduğunu gösterdiler ilkin. Ülkenin yıllarını alıp götüren, binlerce cana mal olan bu ‘savaş’ın zahirdeki sebeplerini anlattılar dilleri döndüğünce. Ardından meselenin can damarlarından ‘anadil’ konusu gündeme geldi. Devletin ve toplumun bu sorunla -nispeten- yüzleşmesinden çok önce sinemamız anadil mevzusunu önemli ölçüde çözmüştü.Annemin Şarkısı / Klama Dayîka Min, Kürt sorununda yeni bir perde açıyor. Şimdiye kadar, geçmişin acılarını 90’larda gezinerek ve Kürtlerin yoğunlukta olduğu şehirleri merkeze alarak anlatan ‘Kürt sineması’, Annemin Şarkısı ile büyükşehirlere taşınıyor. İstanbul’da geçen bir ana-oğul öyküsü anlatıyor film. JİTEM ve 90’ların faili meçhulleriyle ilkokul sıralarındayken tanışan Ali, köy boşaltmaları sonucu annesi ve kardeşiyle birlikte İstanbul’a taşınır. Aradan geçen yıllarda Ali (Feyyaz Duman) anadil sorununa ve büyükşehrin gündelik hayatına alışmış gibidir. Roman yazar, bir okulda öğretmenlik yapar, Kürtçe öğreten özel bir kursta ders verir... Ancak annesiyle birlikte yaşadığı Tarlabaşı’nda kentsel dönüşüm başlayınca hayatlarının ikinci göç dalgasında şehrin dışına, Esenyurt’a taşınırlar. Bu göç, Ali’nin annesi Nigar’ın (Zübeyde Ronahi) travmasını tetikler. Komşularının köye geri döndüğüne inanan Nigar, her sabah köyüne dönmek için hazırlık yapar. Ali ise annesinin çocukluğundan hatırladığı ve son bir kez dinlemek istediği meçhul şarkıyı bulmak için kasetçileri dolaşır...ÜÇLEMENİN SON HALKASIAnnemin Şarkısı, Erol Mintaş’ın iki kısa filmi Butimar ile Berf’in devamı niteliğinde. Fatih Üniversitesi’nin düzenlediği 3. Kristal Klaket Kısa Film Yarışması’nda En İyi Film Ödülü alan Butimar, göçe zorlanan Kürt bir ailenin öyküsünü anlatıyordu. Ödül konuşmasında, “Bir daha böyle filmler çekmek istemiyorum.” demişti Mintaş. Benzer bir şekilde Berf’te de ölmeden önce oğlundan bir avuç kar isteyen yaşlı bir annenin öyküsü vardı. Üçlemenin son halkasını uzun metraj çeken genç yönetmen, yan hikâyelerdeki aksamalara rağmen ana-oğul üçlemesini güçlü bir şekilde noktalıyor.Saraybosna Film Festivali’nde En İyi Film seçilen, Altın Portakal’da ise En İyi İlk Film dâhil, dört ödül alan Annemin Şarkısı, Kürt sorununa eğilen filmlerde pek görmediğimiz bir özelliğe sahip. İlk uzun metraj filminde Erol Mintaş, hikâyesiyle arasına mesafe koymayı başarıyor. Filmin slogana, ajitasyona ve beylik laflara yüz vermeyen incelikli anlatımının arkasında bu özellik var. Bununla birlikte, meselenin derinliğini ve insanlara yaşattığı acıları bütün ağırlığıyla önümüze koyuyor. Prolog kıvamındaki açılış sahnesiyle 90’ların özetini net bir şekilde geçen Mintaş, o yıllarda çocuk olan ve günümüzde 30’larını yaşayan Kürt ‘okur-yazar’ kuşağın iç dünyasına ayna tutuyor. Bu kuşak, bir önceki kuşağın acılarını, öfkelerini ve hasretlerini isteseler de istemeseler de omuzlarında buluyor. Bu yükle yaşamanın ağırlığının yanı sıra kendilerine yeni bir dünya kurmanın da derdindeler. Eğitimleri ve donanımları doğrultusunda yazmak, müzik yapmak, film çekmek gibi kaygıları var. Fakat geçmiş, bir çırpıda silinebilecek bir şey değil. Onlar unuttukça devlet hatırlatıyor. Günümüzde devlet Kürtçe televizyon kanalı açmış, özel Kürtçe kurslarına izin vermiştir ama bu ‘okur-yazar’ takımı yine de olağan şüphelidir. Ali’nin ders verdiği Kürtçe kursuna belirli aralıklarla polis gelip ‘rutin’ aramalar yapar mesela. Yönetmen, sadece bu iki sahneyle bile meselenin ne kadar diken üstünde ve pamuk ipliğine bağlı bir şekilde ilerlediğini gösteriyor.Ana-oğul ilişkisi ve onların iç dünyaları konusunda iyi bir iş çıkaran senaryo, yan karakterlerde tökezliyor. Zeynep (Nesrin Cavadzade) karakteri ve onun Ali ile ilişkisine dair soru işaretleri havada kalıyor. Ailenin komşusu Mustafa’da da aynı durum söz konusu. Oyunculuklarda Feyyaz Duman ölçülü, sade ve etkili oyunculuğuyla öne çıkarken, açılış sahnesindeki rolüyle bütün bir film etkisini hissettiren Aziz Çapkurt, kısa ama öz performansıyla akılda kalıcı. Annemin Şarkısı, Kürt sorununu ele alan filmler içinde değerlendirilince kıymeti daha da anlaşılacak bir film.

7 Kasım 2014 Cuma

Yüreğinin götürdüğü yere git; Haftanın Filmleri ZamanTV'de

Christopher Nolan’ın ilk kez bilim-kurgu evrenine daldığı Yıldızlararası / Interstellar, temelde Kubrick’in klasik filmi 2001: Uzay Macerası’ndan beslense de farklı bir yol izliyor. Filmi IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim.2000 sonrası için söylersek, filmleriyle seyirciyi heyecanlandıran sayılı yönetmenlerden biri Christopher Nolan. Onun filmlerinde, oyuncu kadrosu veya hikâyeden ziyade Nolan ismi seyircide belli bir beklentiye yol açıyor artık. Henüz ‘Nolan sineması’ diyebileceğimiz bir külliyata ulaşmasa da kendine özgü bir anlatım dili olduğu şüphe götürmez. İllaki bir niteleme gerekirse, sinemanın gerektirdiği derinlik, katman ve felsefî unsurları ihmal etmeden ‘gişe canavarı’ (blockbuster) filmler çeken bir anlatım ustası denebilir Nolan için. Erken ve biraz da aleyhine işleyen bir şekilde Stanley Kubrick ile kıyaslanması ise onun talihsizliği. Bu olumsuz kıyaslama sebebiyle Hollywood’da açtığı alan, seyirciyi heyecanlandıran bir yönetmen olması, anaakım sinemaya getirdiği yeni soluk gibi çok önemli özellikleri göz ardı ediliyor. Yıldızlararası / Interstellar ile Christopher Nolan, ilk kez bilim-kurgu sularına yelken açıyor. Yakın bir gelecekte dünya üzerindeki hayat sona ermek üzeredir. Tarım alanları giderek yok olduğu için insanlar açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden, bütün teknolojik yatırımlar durdurulur ve tarıma ağırlık verilir. Eski bir uzay pilotu olan Cooper (Matthew McConaughey) da bu sebeple devlet tarafından çiftçiliğe yönlendirilmiştir. Küçük kızı Murph’ün (Mackenzie Foy) odasındaki garip işaretlerin izini süren Cooper, gizli bir bilim üssü keşfeder. Burada, bir zamanlar birlikte çalıştığı Prof. Brand (Michael Caine) ile karşılaşır ve kamuoyundan gizlenen bir uzay projesinde yer alması için teklif alır. İnsanları taşımak için uzayın derinliklerinde yaşama uygun yeni gezegenler araştırılmaktadır. Cooper, ailesini kurtarmak için bu keşif gezisine pilot olarak katılmayı kabul eder ve yıldızlararası yolculuk başlar. CHRISTOPHER NOLAN’IN 2001’İ Yıldızlararası, açık bir şekilde Kubrick klasiği 2001: Uzay Macerası’nı temel alıyor, ondan besleniyor. Fakat bu bir taklit ya da özenti değil; Nolan kendi 2001’ini çekmeye soyunuyor. Bunu yaparken Kubrick’in azaltmaya, sağaltmaya çalıştığı ne varsa köpürtüyor, kabartıyor. 2001’in aksine, çok geveze bir film Yıldızlararası. Eh, 21. yüzyılın Uzay Macerası’ndan da bu beklenir! Kara deliğin içinden geçip başka bir galaksiye giderek orada yaşanabilir yeni bir dünya keşfetme fikrini seyirciye kabul ettirmek için o kadar çok ve mükerreren bilimsel argüman öne sürülüyor ki, artık bir noktadan sonra “Tamam, inandık!” demek zorunda kalıyorsunuz. Ne yazık ki bu teslimiyet, bir ikna değil, icbar hali. Halbuki Kubrick, daha Ay’a çıkılmamışken (1968), neredeyse hiçbir bilimsel açıklama yapmadan ama bilimsel gerçeklere uygun bir şekilde Ay’a gidileceğine, hatta bir karadelikten geçileceğine insanları inandırmıştı. Nolan’ın fazlaca kullandığı bir başka ‘tutkal’ ise sevgi. 2001’de Kubrick’in bir sahne ile üzerinden geçip gittiği uzaydaki bilim adamının dünyadaki kızı ile görüşmesi, Yıldızlararası’nın ana malzemesi, hatta teması olup çıkıyor. Kubrick’in ısrarla uzak durduğu özdeşleşme, Nolan’ın vazgeçemediği bir yöntem. Film, baştan sona Cooper ile kızı Murph’ün duygusal bağına, oradan Amelia’nın (Anne Hathaway) sevdiği adamın peşinden gitmesine uzanıyor. Bilimde ne kadar ilerlesek, uzayın derinliklerini keşfedip karadeliklerden geçsek de bizi hayata bağlayan şeyin sevgi ve hayatta kalma içgüdüsü olduğunu salık veriyor film. Bu gözle bakınca, duygusal dozu ve Hollywood söylemine teslim olan yapısıyla Kubrick’ten ziyade Spielberg’in sinemasına daha yakın duruyor Yıldızlararası. Bu ‘fazlalıkları’ söylerken şunu da unutmamak gerek; Christopher Nolan’ı sevdiren ve onu aranan bir yönetmen yapan özellikler aslında bunlar. Memento’da bellek üzerine çetrefil bir bulmaca hazırlayan, Başlangıç’ta rüya üzerine bir evren kurup seyirciyi avucunda tutan, Insomnia’da akıl oyunlarına yönelen, Prestij’de illüzyon vasıtasıyla hipnoza girişen ve Batman üçlemesinde karaktere varoluşsal bir arıza ekleyip dünya konjonktürüne dair söylemler katan da aynı yönetmendi. Yıldızlararası’nda yaptığı da farklı değil: Paralel evren, zaman ve sevgi kavramlarını son kertesine kadar eğip büküyor, iç içe geçmiş bir yapbozun içine atıyor ve küçük ipuçlarıyla seyirciye çözdürüyor. Nolan filmografisi açısından Yıldızlararası, Başlangıç’ın gerisinde. Seyirciyi şaşırtmayı ve avucunda tutmayı seven Nolan’ın bu ‘zaafı’ filmi 2001’in uzağına düşürüyor. Diğer taraftan, 21. yüzyılın 2001’i de olsa olsa böyle olur. Alfonso Cuaron’un Yerçekimi de böyleydi; artık bilim-kurgudan ziyade; uzayda geçen, Hollywood söyleminin taşıyıcısı filmler izliyoruz. Sinema teknolojisinde bir eşik sayılan Avatar’ın bile bu türden olduğu düşünülürse sanırım artık insanlığa dair çetin soruları olan, düşündüren, felsefî bilim-kurguların devri geride kaldı. Artık, sadece bu zamanın insanına uygun bilim-kurgular var. Yıldızlararası da bunların göz alıcı, hipnotize edici bir örneği. Bütün bunların ötesinde, Yıldızlararası’nı -mümkünse- IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim olacaktır.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Mutluluk hiçbir şeydir, imaj her şey! [Haftanın filmleri 'VİZYONDAKİLER'de]

David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını yüzümüze çarpıyor. Modern bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini çarpıcı hamlerle yırtıyor.“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Anna Karenina, Leo N. Tolstoy)Geçen yüzyılın sonunda ‘müjdesi’ verilen bilgi çağının ve beraberinde gelen akıl almaz teknolojik gelişmenin bizi ikiyüzlü bir ‘imaj çağı’na mahkûm edeceğini kim bilebilirdi? Görüntünün, hakikat dahil her şeyi perdelediği, içinden çıkılması güç bir hapishanedeyiz artık. The Truman Show’un (1998) imajların kurmaca dünyasında yaşayan ana karakterini hatırlayalım. Hani filmin sonunda o ‘yalan dünya’nın çeperini yırtıp ‘gerçek dünya’ya adım atıyor ya... Şimdinin gözüyle bakınca ne kadar da naif! İmajlar hapishanesinde mutlu-mesut yaşayıp giden günümüz insanının kabuğunu kırabileceği öyle bir dünya kalmadı.Yaşayıp durduğumuz imaj hapishanesi sadece yalan ve riya üzerinde yükselmiyor. Zemininde, kapitalizm ile postmodernizmin sıkı işbirliği sonucu yayılan tüketim ekonomisi yatıyor. Bu muazzam çark, bireye ait bütün özel ve mahrem alanları, onun duygularını, zamanını, birikimini, düşüncelerini, topyekun hayatını ‘piyasa ekonomisi’ içinde alınır-satılır bir meta haline getiriyor. Daha ürkütücü olanı ise bireyin hiçbir zorlama ve baskı hissetmeden, bu çarkı yürütmek için üzerine düşen hemen her şeyi gönüllü olarak yapmasıdır. Kapitalizmin en acımasız haliyle yaşandığı ülkemiz, hiç şüphesiz imajlar hapishanesinin en mümtaz şubesi. Özellikle son 10 aydır (bir yönüyle 12 yıldır) yaşadıklarımız, imajların ve algıların her alanda galip geldiğini gösteriyor. ‘En azından şimdilik’ diyelim de geleceğe dair umudumuz saklı kalsın.MUTSUZLUĞUN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN?Bu haftanın menüsünde imaj, riya, mutluluk ve mutsuzluk üzerine kafa yorabileceğimiz sıkı bir film var. David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız / Gone Girl’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını, yani riyayı yüzümüze çarpıyor. Modern ve serbest bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini sinsi, kurnaz ve çarpıcı hamleler ile yırtıyor. Mutluluk kılıfının altındaki mutsuzluğu hiç acele etmeden, kazıya kazıya gösteriyor seyirciye.New York’lu yazar Nick ve çocukluğundan itibaren bir ‘proje’ gibi yaşayan karısı Amy’nin parıltılı hayatı beşinci evlilik yıldönümlerinde sarsılır. O sabah Amy esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Evde boğuşma izleri vardır. Nick, şüphe uyandırıcı davranışları ve kendisinden beklenen hüznü takınmadığı için polisin bir numaralı şüphelisi olur. Amy’nin kaybolması ve cinayet şüphesi, onların evliliği üzerindeki gizemi de gündeme getirir. Polisin yürüttüğü soruşturma, komşuların, kasaba halkının ve medyanın da dahil olmasıyla karmaşık bir hal alır.2011’de Ejderha Dövmeli Kız’ın yeniden çevirimiyle biraz hayal kırıklığına yol açan yönetmen David Fincher, ‘Kayıp Kız’ ile ustası olduğu polisiye-gerilim sularına dönüyor. ABD’li yazar Gillian Flynn’ın filme kaynaklık eden aynı adlı romanı, özellikle ustalıklı kurgusu ve güçlü kadın karakteriyle öne çıkıyordu. Roman, ülkemizde Artemis Yayınları etiketiyle geçtiğimiz yıl yayımlanmıştı. Senaryoyu Flynn’a emanet eden Fincher, kitabın kurgusunu bir adım ileriye taşıyarak gerilimi ve gizemi daha da artırıyor. Açılışta Nick’in seslendirdiği şu cümleler, ne kadar güvensiz, gerilimli ve gizemli bir evlilikle karşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor: “Ne düşünüyorsun Amy?.. Evliliğimiz boyunca dile getirmesem bile, içten içe, sürekli sorduğum soru bu. Sanırım bu tür sorular tüm evliliklerin kaçınılmazı: Ne düşünüyorsun? Neler hissediyorsun? Sen kimsin? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız?”Yönetmen, ana hikâyeyi polisiye kayıp olayı üzerinde yürütüyor. Perdeye yansıyan tarih düşürmeler sayesinde zaman ile oynama kozunu elinde tutuyor. Böylece ihtiyaç duyduğunda kaybolma olayında iz sürülen kronolojik zamanı bir kenara bırakarak ‘anı-bellek zamana’ geçiş yapabiliyor. Bu ustalıklı geçişler, Nick ve Amy’in üzerindeki gizemi ortadan kaldırmak yerine gerilimi ve merak unsurunu daha da artırıyor. Çünkü Nick’in dış sesiyle başlayan hikâye anlatımı usta bir hamle ile Amy’ye geçiyor. Gizem perdesi aralandığında bile yönetmenin kurguladığı gerilim sona ermiyor.Yıllardır kayıp olan Hollywood’un ‘yönetmenler kuşağı’nı yeniden diriltebilecek isimlerden biri olan Fincher, hayranı olduğu Hitchcock’un gerilim ruhunu ‘Kayıp Kız’ın tekinsiz atmosferine ustalıkla yansıtıyor. Oyuncu seçimiyle de takdiri hak eden filmde Rosamund Pike üst düzey bir performans sergilerken Ben Affleck, kariyerinin en iyi rolünü çıkarıyor. Dedektif Boney’de Kim Dickenson, kız kardeş Margo’da Carrie Coon ve filme tehlikeli bir Muhteşem Gatsby efekti katan Neil Patrick Harris de hikâyeye ruh katan oyuncular. ‘Kayıp Kız’, yılın en iyi filmleri arasına adını şimdiden yazdırıyor.HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ

10 Ekim 2014 Cuma

Mutluluk hiçbir şeydir, imaj her şey!

David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını yüzümüze çarpıyor. Modern bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini çarpıcı hamlerle yırtıyor.“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Anna Karenina, Leo N. Tolstoy)Geçen yüzyılın sonunda ‘müjdesi’ verilen bilgi çağının ve beraberinde gelen akıl almaz teknolojik gelişmenin bizi ikiyüzlü bir ‘imaj çağı’na mahkûm edeceğini kim bilebilirdi? Görüntünün, hakikat dahil her şeyi perdelediği, içinden çıkılması güç bir hapishanedeyiz artık. The Truman Show’un (1998) imajların kurmaca dünyasında yaşayan ana karakterini hatırlayalım. Hani filmin sonunda o ‘yalan dünya’nın çeperini yırtıp ‘gerçek dünya’ya adım atıyor ya... Şimdinin gözüyle bakınca ne kadar da naif! İmajlar hapishanesinde mutlu-mesut yaşayıp giden günümüz insanının kabuğunu kırabileceği öyle bir dünya kalmadı.Yaşayıp durduğumuz imaj hapishanesi sadece yalan ve riya üzerinde yükselmiyor. Zemininde, kapitalizm ile postmodernizmin sıkı işbirliği sonucu yayılan tüketim ekonomisi yatıyor. Bu muazzam çark, bireye ait bütün özel ve mahrem alanları, onun duygularını, zamanını, birikimini, düşüncelerini, topyekun hayatını ‘piyasa ekonomisi’ içinde alınır-satılır bir meta haline getiriyor. Daha ürkütücü olanı ise bireyin hiçbir zorlama ve baskı hissetmeden, bu çarkı yürütmek için üzerine düşen hemen her şeyi gönüllü olarak yapmasıdır. Kapitalizmin en acımasız haliyle yaşandığı ülkemiz, hiç şüphesiz imajlar hapishanesinin en mümtaz şubesi. Özellikle son 10 aydır (bir yönüyle 12 yıldır) yaşadıklarımız, imajların ve algıların her alanda galip geldiğini gösteriyor. ‘En azından şimdilik’ diyelim de geleceğe dair umudumuz saklı kalsın.MUTSUZLUĞUN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN?Bu haftanın menüsünde imaj, riya, mutluluk ve mutsuzluk üzerine kafa yorabileceğimiz sıkı bir film var. David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız / Gone Girl’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını, yani riyayı yüzümüze çarpıyor. Modern ve serbest bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini sinsi, kurnaz ve çarpıcı hamleler ile yırtıyor. Mutluluk kılıfının altındaki mutsuzluğu hiç acele etmeden, kazıya kazıya gösteriyor seyirciye.New York’lu yazar Nick ve çocukluğundan itibaren bir ‘proje’ gibi yaşayan karısı Amy’nin parıltılı hayatı beşinci evlilik yıldönümlerinde sarsılır. O sabah Amy esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Evde boğuşma izleri vardır. Nick, şüphe uyandırıcı davranışları ve kendisinden beklenen hüznü takınmadığı için polisin bir numaralı şüphelisi olur. Amy’nin kaybolması ve cinayet şüphesi, onların evliliği üzerindeki gizemi de gündeme getirir. Polisin yürüttüğü soruşturma, komşuların, kasaba halkının ve medyanın da dahil olmasıyla karmaşık bir hal alır.2011’de Ejderha Dövmeli Kız’ın yeniden çevirimiyle biraz hayal kırıklığına yol açan yönetmen David Fincher, ‘Kayıp Kız’ ile ustası olduğu polisiye-gerilim sularına dönüyor. ABD’li yazar Gillian Flynn’ın filme kaynaklık eden aynı adlı romanı, özellikle ustalıklı kurgusu ve güçlü kadın karakteriyle öne çıkıyordu. Roman, ülkemizde Artemis Yayınları etiketiyle geçtiğimiz yıl yayımlanmıştı. Senaryoyu Flynn’a emanet eden Fincher, kitabın kurgusunu bir adım ileriye taşıyarak gerilimi ve gizemi daha da artırıyor. Açılışta Nick’in seslendirdiği şu cümleler, ne kadar güvensiz, gerilimli ve gizemli bir evlilikle karşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor: “Ne düşünüyorsun Amy?.. Evliliğimiz boyunca dile getirmesem bile, içten içe, sürekli sorduğum soru bu. Sanırım bu tür sorular tüm evliliklerin kaçınılmazı: Ne düşünüyorsun? Neler hissediyorsun? Sen kimsin? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız?”Yönetmen, ana hikâyeyi polisiye kayıp olayı üzerinde yürütüyor. Perdeye yansıyan tarih düşürmeler sayesinde zaman ile oynama kozunu elinde tutuyor. Böylece ihtiyaç duyduğunda kaybolma olayında iz sürülen kronolojik zamanı bir kenara bırakarak ‘anı-bellek zamana’ geçiş yapabiliyor. Bu ustalıklı geçişler, Nick ve Amy’in üzerindeki gizemi ortadan kaldırmak yerine gerilimi ve merak unsurunu daha da artırıyor. Çünkü Nick’in dış sesiyle başlayan hikâye anlatımı usta bir hamle ile Amy’ye geçiyor. Gizem perdesi aralandığında bile yönetmenin kurguladığı gerilim sona ermiyor.Yıllardır kayıp olan Hollywood’un ‘yönetmenler kuşağı’nı yeniden diriltebilecek isimlerden biri olan Fincher, hayranı olduğu Hitchcock’un gerilim ruhunu ‘Kayıp Kız’ın tekinsiz atmosferine ustalıkla yansıtıyor. Oyuncu seçimiyle de takdiri hak eden filmde Rosamund Pike üst düzey bir performans sergilerken Ben Affleck, kariyerinin en iyi rolünü çıkarıyor. Dedektif Boney’de Kim Dickenson, kız kardeş Margo’da Carrie Coon ve filme tehlikeli bir Muhteşem Gatsby efekti katan Neil Patrick Harris de hikâyeye ruh katan oyuncular. ‘Kayıp Kız’, yılın en iyi filmleri arasına adını şimdiden yazdırıyor.

9 Ekim 2014 Perşembe

Altın Portakal, sancılı başlıyor

Altın Portakal Film Festivali’nin 51. yılı sansür tartışmalarının gölgesinde başlıyor. Sansüre uğrayan ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ filminin de yer aldığı 13 belgeselin festivalden çekilmesiyle dün Ulusal Belgesel Yarışması iptal edildi.Altın Portakal Film Festivali, 51. yılına sansür krizinin gölgesinde giriyor. O kadar ki, yarın başlayacak festivalin program akışı bile henüz açıklanmadı. Oysaki festival, uzun süre sonra ilk kez ulusal ve uluslararası yarışma bölümündeki seçkisiyle heyecan uyandırmıştı.HER ŞEY UMUTLA BAŞLAMIŞTIKeşke sinema dünyası, festivalde yarışacak filmlere ya da Antalya’ya gelecek yabancı konuklara odaklansaydı. Fakat yaşanan sansür krizi, bütün bunları gölgede bıraktı. Aslında her şey 100. yıla yaraşır başlamıştı. Ödül heykelciği ufak dokunuşlarla yenilendi, Al Pacino gibi dünyaca ünlü oyuncular festivale davet edildi, yeniden ‘uluslararası’ olma hedefi konuldu. Hatta ilk basın toplantısı, Lumiere Kardeşler imzalı, sinema tarihini başlatan filmin bu topraklardaki ilk gösteriminin yapıldığı Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirildi... 51. yılında ‘Gelenekten geleceğe’ sloganıyla yola çıkan Altın Portakal’ın geçmişindeki ‘sansür geleneğini’ 2014’lere taşıyacağı kimsenin aklına gelmemişti!Elif Dağdeviren, Alin Taşçıyan, Hülya Uçansu ve Zeynep Özbatur Atakan’dan oluşan festival komitesinin de katıldığı basın toplantısında Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’e o kritik soru soruldu: “İyi bir Gezi filmi festivale başvurursa yarışabilecek mi?” Türel’in cevabı netti: “Yarışmaya kıstas, engel koyamayız. Film festivalimiz herkese açık. Siyasi filmler olacaktır. Biz filmleri herhangi bir siyasi yapıya sahip diye Altın Portakal’da yarışmaktan men edemeyiz.”TCK’YA GÖRE FİLM SEÇMEKNe yazık ki olaylar başkanın sözlü teminatına göre gelişmedi. Gezi olaylarını konu alan, Reyan Tuvi’nin yönettiği ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı belgesel, ön jüri tarafından yarışmaya seçilmesine rağmen festival yönetimi tarafından Ulusal Belgesel Yarışması’ndan çıkarıldı. Üstelik bu uygulama Berke Baş, Ayşe Çetinbaş ve Seray Genç’ten oluşan ön jürinin açıklamasıyla ortaya çıktı. Festival yönetimi, söz konusu filmin yarışmaya alınmamasına gerekçe olarak Türk Ceza Kanunu’nun 125. (kişilere hakaret) ve 299. (Cumhurbaşkanına hakaret) maddelerini gösteriyordu. Sinema dünyası şaşkınlık içindeydi zira işin içinde, hepsi birbirinden tecrübeli ve adlarını sansürle yan yana anamayacağınız festival komitesi üyeleri vardı.Festival komitesi cevaben, meselenin Gezi ile ilgisi olmadığını, festivalde başka ‘Gezi filmleri’ de olduğunu açıkladı. Ancak yine de TCK’nın ilgili maddelerine dayandırılarak sansür kararını savundu. Bu açıklamaya ilk tepki Sinema Yazarları Derneği’nden (SİYAD) geldi. Derneğe üye 75 sinema yazarı bir bildiri yayımlayarak olayın sansür olduğu ve festival yönetiminin söz konusu belgeseli yönetmenin kurguladığı haliyle yarışmaya geri alması gerektiği vurgulandı. Festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 10 jüri üyesi de yaşananları ‘vahim’ olarak nitelendirdi. Festival yönetimi ise geri adım atmak yerine Reyan Tuvi üzerinde baskı kurarak festivalin akıbetini ve sorumluluğunu yönetmenin omuzlarına bıraktı. Tuvi de ‘festivalin yapılması’ için İngilizce altyazıdaki bir kelimeyi çıkarmayı kabul etti.BELGESELCİLER ÇEKİLDİ, YARIŞMA İPTAL!‘Kriz çözüldü’ derken, festival komitesinin bu uzlaşmayı duyururken kullandığı ifadeler sinema dünyasını hareketlendirdi. Filmin ‘yeni versiyonuyla’ başvuru yaptığı ve yarışmaya öyle kabul edildiğini açıklayan yönetim, hatasını kabul etmeyen ve sansürü savunmaya devam eden açıklamasıyla krizi yeniden alevlendirdi. Tepkiler artınca da en başta yapması gerekeni sonda yaparak hatasını kabul etti ve uzlaşma çağrısı yaptı. Fakat sansür kararından dolayı yine özür dilenmediği için önce Ulusal Belgesel Yarışması jüri başkanı Can Candan istifa etti, ardından da ulusal ve uluslararası uzun metraj dahil, festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 11 jüri üyesinin istifası geldi. 40’a yakın sinema yazarının ve birçok sinema platformunun festivale katılmayacağını açıklamasının ardından Reyan Tuvi’nin de aralarında olduğu Ulusal Belgesel Yarışması’ndaki 13 yönetmen, filmlerini festivalden çekti. Festival de çareyi yarışmayı iptal etmekte buldu. Kutluğ Ataman hariç, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nda yer alan filmlerin yapımcı ve yönetmenleri ise bir açıklama yaparak festivale katılacaklarını açıkladı. Festival yönetiminin sansür uyguladığı belirtilen açıklamada, festivale katılarak ve seslerini duyurarak sansürle mücadele edileceği ifade edildi.Sonuç olarak, festivalin can damarı olan ulusal uzun metraj yarışması, yapımcı ve yönetmenlerin bu açıklamasıyla ‘direkten döndü’. Fakat festival yönetiminin sansür kararı ve devamındaki anlamsız inadı yüzünden Türk sinemasının 100. yılında Altın Portakal, büyük bir yara aldı.Ulusal Uzun Metraj YarışmasıBalık / Derviş ZaimÇekmeköy Underground / Ayşim Türkmen KeskinFakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku /Çiğdem VitrinelGuruldayan Kalpler / Ömer Uğurİtirazım Var / Onur Ünlüİyi Biri /Ayhan SonyürekKlama Dayika Min – Annemin Şarkısı / Erol MintaşKumun Tadı / Melisa ÖnelKuzu / Kutluğ AtamanNeden Tarkovski Olamıyorum / Murat DüzgünoğluOflu Hoca’yı Aramak – O.H.A. /Osman Levent SoyarslanSivas / Kaan MüjdeciUluslararası Uzun Metraj YarışmasıMahkeme (Chaitanya Tamhane)Michael Jackson Anıtı (Darko Lungulov)Beyaz Tanrı (Kornél Mundruczó)Test (Alexandr Kott)Çekingen (Marienne Tardieu)Turist (Ruben Östlund)Macondo (Sudabeh Mortezai)Villa Touma (Suha Arraf)Dağdaki Tabut (Xin Yukun)Her Şeye Rağmen (Maciej Pieprzyca)

3 Ekim 2014 Cuma

Sinema, bir şenliktir

Cem Yılmaz’ın yeni filmi ‘Pek Yakında’, ailesini yeniden bir araya getirebilmek için film çeken bir adamın öyküsünü anlatıyor. Türk sinemasının 100. yılına yaraşır naiflikteki film, aynı zamanda Yeşilçam’a saygı ve sevgilerini sunuyor. Kimyası yüksek oyunculuklar da filmin hediyesi...Bir Cem Yılmaz filminin en belirgin alamet-i farikası komedisi, gişe potansiyeli veya vaat ettiği eğlenceden ziyade, işçilik kalitesidir. Cem Yılmaz, Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan yahut Zeki Demirkubuz filmlerinde görülebilecek titiz bir işçilikle çekiyor filmlerini. Komedyen yönü ağır bastığından olsa gerek, Yılmaz’ın bu yönü hep göz ardı edilir; ama kendi ifadesiyle söylersek onu ‘filmci’ yapan en önemli yanı da bu titizliğidir. Aksi halde, mukayese edildiği diğer komedyenlerin kolaycılığına kapılıp sinemaya salt ‘para makinesi’ gibi yaklaşabilirdi. Nitekim G.O.R.A. ve A.R.O.G.’u bu türden kabul edebiliriz, fakat onlarda bile belli bir kalitenin altına düşmedi. Cem Yılmaz’ın bu titizliği sinema sevgisinden, sinemaya olan tutkusundan ileri geliyor. Bu açıdan bakınca ‘Pek Yakında’, ünlü komedyenin sinemaya tutkudan öte, saygıyla bağlı olduğunu açıkça gösteriyor. Film içinde film çekilen filmlerden biri Pek Yakında. Daha ‘kitabi’ söylenişiyle sinemaya içeriden bir bakış. Dünya sinemasında birçok örneği bulunan bu tür filmlerin bizdeki en yetkin ve ‘hazin’ örneği hiç şüphesiz ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’dir. Cem Yılmaz da doğru bir tercih ile bu Yavuz Turgul klasiğinin izinde ilerliyor. ‘Pek Yakında’, ailesini yeniden bir araya getirebilmek için sinemaya sarılan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Vaktiyle önemli filmlerde figüranlık yapmış Zafer, günümüzde korsan DVD satarak hayatını sürdürmektedir. Kanunsuz işlerinden dolayı karısı ondan boşanmak isteyince “korsana hayır” diyerek tövbe eder. Ancak Zafer, hatırlı patronunun “son bir iş yap, öyle bırak” teklifine hayır diyemez. Sonra işler sarpa sarar ve olaylar Zafer’i bir sinema filminin yapımcısı haline getirir. Ailesini geri kazanmak isteyen Zafer, eski filmci tanıdıklarından oluşan bir ekiple 1970’lerden beri çekilememiş fantastik proje ‘Şahikalar: Kötülüğün Sonu’nu çekmeye başlar. AH BU FİLMLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN Türk sinemasının 100. yılına yaraşır naiflikteki ‘Pek Yakında’, aynı zamanda Yeşilçam’a saygı ve sevgilerini sunuyor. Üstelik sadece göndermeler, dokundurmalar ve espriler ile sınırlı değil; filmin hikâyesi, karakterleri ve bütüne yayılan naifliği de bu saygı duruşuna katkı yapıyor. Film, adından başlayarak, jenerikte ‘yönetmen’ yerine ‘rejisör’ü tercih etmesine kadar bir an olsun saygıda kusur etmiyor. Yavuz Turgul sineması başta olmak üzere Ertem Eğilmez sineması, Sadri Alışık, günümüz sanat sineması ve fantastik/avantür sinemamız bu sevgi dolu saygı geçidinde bol bol selamlanıyor. Yeşilçam’ın yanı sıra özellikle senaryodaki düğümler atılırken (‘son bir iş’ teması gibi) Hollywood da devreye giriyor. Bazı diyaloglarda ise doğrudan Hollywood filmlerine selam gönderiliyor (polis arabasındaki diyaloglar gibi). Cem Yılmaz’ın sivri dili ve keskin zekâsı sadece naif bir Yeşilçam güzellemesiyle yetinmiyor elbette. Kimi zaman sektöre (oyuncular, yönetmenler, televizyoncular, yapımcılar, sanat sineması, festival filmleri) eleştirel bir bakışla yaklaşıp bir nevi eleştirmenliğe de soyunuyor. ‘Pek Yakında’ ile birlikte Cem Yılmaz sinemasını ikiye ayırmanın vakti geldi de geçiyor. İkisi de aynı sinemacıya ait tabii ki fakat bir tarafta komedyen Cem Yılmaz’ın ağırlığı ve seyircinin ondan beklentileri ön plana çıkarken; diğer tarafta Cem Yılmaz’ın sinemacı, onun ifadesiyle ‘filmci’ yönü ağır basıyor. G.O.R.A., A.R.O.G. ve Yahşi Batı komedyen tarafında yer alırken; Her Şey Çok Güzel Olacak’ı da dahil edebileceğimiz sinemacı tarafta Hokkabaz ile Pek Yakında’yı sayabiliriz. Bu yönüyle kendi açımdan, belki ileride daha da kıymetlenecek Hokkabaz, açık ara Cem Yılmaz’ın en iyi filmi. Sonuç itibarıyla ‘Pek Yakında’, hikâyesinin sınırlarına göre süresini biraz uzun tutsa da sıkı esprileri, zekice göndermeleri, eğlenceli karakterleri, Yeşilçam’a saygısı ve sevgisiyle seyir zevki veren bir film. Kimyası yüksek oyunculuklar da filmin hediyesi…

27 Eylül 2014 Cumartesi

Filmekimi’nde erken kalkan yol alır

İstanbullu sinemaseverlere ‘güz şenliği’ yaşatan Filmekimi’nin biletleri bugün satışa çıkıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 13. kez düzenlenecek etkinlik 11-17 Ekim arasında yapılacak.Filmekimi’nde bu yıl, Venedik, Cannes, Toronto, Sundance ve Berlin gibi dünyaca ünlü festivallerde görücüye çıkan Godard, Cronenberg, Leigh, Loach ve Sissako gibi ustaların son filmlerinin de aralarında bulunduğu 43 yapım seyirciyle buluşacak.Sinemaseverlerin önceliği, biletleri kısa sürede tükenme ihtimali olan filmler. Altın Aslan ödüllü İnsanları Seyreden Güvercin bunlardan biri. David Cronenberg’in Hollywood’un ‘arka penceresi’ne baktığı Yıldız Haritası, sinemanın emektarı Dardenne Kardeşler’in son filmi İki Gün, Bir Gece, İngiliz usta Mike Leigh’in empresyonizmin öncülerinden ressam J.M.W. Turner’ın hayatından bir kesiti anlattığı Bay Turner, Richard Linklater’ın 12 yılda çektiği Çocukluk, Afrika sinemasının usta ismi Abderrahman Sissako’nun son filmi Timbuktu, Eyüp Peygamber’in kıssasından hareketle günümüz Rusya’sını anlatan Leviathan, sinemaseverlerin bilet konusunda elini çabuk tutması gereken yapımlardan. 13. Filmekimi, bu yıl da İstanbul dışına çıkıp Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Trabzon’u ziyaret edecek. Ayrıca Gaziantep’te 2-9 Kasım arasında arasında yapılacak Zeugma Film Festivali’nin de yabancı film programını üstlenecek. İstanbul’da ise filmler Atlas, Beyoğlu ve Nişantaşı Citylife City’s ve Kadıköy Rexx Sineması’nda gösterilecek. Filmekimi biletleri bugün 10.30’dan itibaren Biletix’in yanı sıra Atlas ve Rexx sinemalarındaki gişelerden satın alınabilecek. Biletler hafta içi gündüz seanslarında (11.00, 13.30, 16.00) 6 TL, hafta sonu gündüz seansları ve tüm 19.00 seanslarında tam 16, indirimli 11 TL, tüm 21.30 seanslarında ise 16 TL.

26 Eylül 2014 Cuma

100 yıllık sinema aşkı

Gazete ilanları, film broşürleri, afişler, gala gecesi fotoğrafları, imzalı ‘artist fotoğrafları’, dergiler, sinema biletleri, hayran mektupları... İstanbul Modern’de, önceki gün açılan “Yüzyıllık Aşk” sergisi, Yeşilçam’ın 100 yıllık serüvenine selam gönderiyor. Sinemanın tılsımını hissedenler için duygusal, biraz kederli ama bir o kadar da zihin açıcı olan sergi, 4 Ocak 2015’e kadar açık kalacak.Basın toplantısında serginin küratörlerinden araştırmacı, yazar ve arşivci Gökhan Akçura, “bu salondakilerin çoğu televizyonsuz yılları bilmez, onun hayatımızı nasıl değiştirdiğini de...” deyince salonda hafif bir kıkırdama oldu. Gülenlerden biri de bendim, zira televizyonu ilk gördüğüm anı -sanıyorum beş/altı yaşlarındaydım- gayet iyi hatırlıyordum. Siyah beyaz hareketli görüntüleri arka arkaya izlediğimde efsunlu bir hikâyenin içinde dolaşırken merak dürtümü kırbaçlayan o kutunun içine de girmek istiyordum. Oyuncağın kendisini değil, nasıl yapıldığını merak eden çocuklar gibi huzursuzdum. Sonra giderek o akışkan görüntülere, sinema perdesinden zihnime, hatıralarıma ve hatta geleceğime kazınan görüntülere alışıverdim. Aslında çok kolay oldu. Bir süre sonra onlarla var olmuşum gibi hissediyordum. Sinemanın toplumsal, edebi, sanatsal, sosyolojik boyutlarını elbette çok sonraları idrak ettim ama beni ‘birey’ olmaya hazırlayan o efsunlu masalın manasını sezgilerimle keşfetmiştim. Sinema benden önce vardı ve anlaşılan benden sonra da hep olacaktı. Umut, neşe, keder, karamsarlık, ‘sonsuzluk, yalnızlık, merhamet, kötülük, dürüstlük hepsi oradaydı. Büyüyüp Bergman’ın ‘Sinematografi insan yüzüdür’ cümlesini okuduğumda onu çok önceleri kavramış olduğumu hatırlıyorum. Sinema popüler yanıyla da insanı en geniş kucaklayan sanatlardan biriydi.İstanbul Modern’de önceki gün Türk sinemasının 100. yılı dolayısıyla açılan ‘Yüzyıllık Aşk’ sergisini dolaşırken öncelikle sinema sanatının insanla ve seyirciyle ilişkisini düşünüyordum. Zaten sergi de ağırlıklı olarak bu tema üzerine kurulu. Gazete ilanları, film broşürleri, afişler, gala gecesi fotoğrafları, imzalı ‘artist fotoğrafları’, dergiler, sinema biletleri gibi özel köşeler izleyene sadece kendi kişisel anlarını çağırmıyor, seyircinin sinemayla olan güç/kırılgan ilişkisini de gösteriyor. Özellikle biletler! Evet tarihten muhtelif biletlerin sergilendiği o bölümde durup belli bir dönem seyircisine ne hissettirdiğini de hatırlıyorsunuz. Bilet deyip geçmeyin, Yeşilçam sinemasıyla büyüyen birkaç kuşağın ceplerinden buruş kırış çıkan o yırtık biletlerin derin bir mazisi vardır. Ve bu aynı zamanda toplumsal belleği de işaret eder. ‘Yüzyıllık Aşk’ı önceki sergilerden ayıran fark, belki de bu boyutu özenli bir düzenlemeyle sunuyor olması. Teknolojinin de desteklediği imkânları kullanarak iPad’lerden basılı malzemeleri incelemek de mümkün.Özellikle ‘Sinema Seyircisi Fanatiktir’ başlıklı bölümde fanatiklerin kişisel dünyalarından eşyalar, çikletlerden çıkan resimler, yıldız takvimleri, resimli çay tabakları, cüzdanlar, imzalı ‘artist’ fotoğrafları ve benzeri nesneler var. ‘Evrensel halk kahramanı’ olarak nitelendirdiği Yılmaz Güney için beş kamyonluk arşiv oluşturan Vadullah Taş ve benzerleri görülmeye değer. Bu bölümde en çok ilgimi çeken ise hayran mektupları oldu. Her birini teker teker okumak istedim. Bilmiyorum bu merak belki yazıyla kurduğum ilişkiyi kışkırtıyordur. Aslında toplumun sinemayla birlikte değişimine dair de önemli ipuçları veriyor.Elli filmden oluşan özel video çalışmasının önünde bir süre durdum. Hayat geriye doğru ilerlemeye başladı. Bu coğrafyada seyircinin sinema üzerinden siyasetle, kültürle, gündelik yaşamla ve kendisiyle kurduğu ilişki kare kare akıp geçti. Başka bir duvarda asılı olan eski Beyoğlu sinemaları haritasına bakakaldım. Eski adıyla Melek, bugünkü Emek sadece fotoğraflarıyla oradaydı. Tam karşısındaki duvarda Türkan Şoray cızırtılı, taş plak sesine eşlik ederken dans ediyordu. Dönemin grafik harikası olan afişlerin arasından ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ ilk günkü ışıltısıyla tebessüm ediyordu.Serginin küratörlerinden Müge Turan, ‘aşk’ sergisi hazırlığının pek kolay olmadığını vurgularken arşiv çalışmasıyla zenginleşen bu seçkide yer göstericilerden fuayelere, koltuklardan biletlere, günlüklerden mektuplara uzanan duygusal bir yolculuğun izinin sürüldüğünü hatırlattı.‘Yüzyıllık Aşk’ sinemanın tılsımını hissedenler için duygusal, biraz kederli ama bir o kadar da zihin açıcı bir sergi. Bugün artık var olmayan sinema salonlarını, ritüelleri, yeni imkânlarla değişen sinema seyircisini düşününce geçen 100 yılı böyle anmak hiç değilse mazinin, hatıraların, emek verenlerin ve onlara kalpten bağlanan sinema seyircisinin önünde saygıyla eğilmektir ve fevkalade kıymetlidir.Sergi için hazırlanan dijital arşivde kaybolmaya yüz tutmuş bütün arşiv malzemelerine sergi bittikten sonra da ulaşılabilecek. Sergi 4 Ocak 1015’e kadar görülebilir.

19 Eylül 2014 Cuma

Altın Koza’da yarışma heyecanı

21. Altın Koza Film Festivali’nde sona yaklaşıldı. Yarın akşam yapılacak törenle ödüller açıklanacak. Ulusal yarışmada yer alan ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’, ‘Nergis Hanım’, ‘Deniz Seviyesi’ ve ‘Silsile’ şimdilik festival seyircisinin beğenisine mazhar olan filmler. Jürinin kararını ise yarın gece öğreneceğiz.21. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde artık sona yaklaşıldı. Yarın akşam Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde yapılacak törenle ödüller dağıtılacak. Ulusal yarışma filmlerinden galası yapılmayan dört film kaldı. Balık (Derviş Zaim), İçimdeki Balık (Ertan Velimatti Alagöz), Yağmur Kıyamet Çiçeği (Onur Aydın) ve Yola Çıkmak (Evren Erdem) bugün Real Cinemaximum’da gösterilecek. Diğer 12 film arasında festival izleyicisinin en beğendikleri Neden Tarkovski Olamıyorum, Nergis Hanım, Deniz Seviyesi ve Silsile oldu. Bugün galası yapılacak filmler de sürpriz yapabilir. Altın Koza’nın sevilen ve konuşulan filmlerinin başında şimdilik ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’ bulunuyor. İsmiyle de merak uyandıran yapım, galası en dolu geçen filmdi. Gösterim sonrasında izleyiciler, yönetmen Murat Düzgünoğlu ve ekibini soru yağmuruna tuttu. Sorular Tarkovski filmlerinin ağırlığındaydı. Mesela “Filmin kahramanı Bahadır, her sabah uyanınca karşısında Tarkovski’nin ‘İlkelerine bir kez ihanet eden insan, hayatla olan saf ilişkisini yitirir.’ yazıyor. Ama babasının hayallerine müdahale ediyor, onu kararlarından vazgeçirmek istiyor. Bu çelişkili değil mi?” sorusuna Düzgünoğlu, ‘Bahadır böyle biri’ diye cevap verdi. Tarkovski’nin bir filmindeki sahnenin aynısı çekilerek başlayan Neden Tarkovski Olamıyorum, esprileri ve hikâyesiyle Altın Koza’nın en güçlü adayı olarak gösteriliyor.Festival değil ‘vizyon filmi’Görkem Şarkan’ın 33. İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü alan ‘Nergis Hanım’ı eleştirmenler beğenmese de kendileriyle empati kurulmasına vesile olduğu için özellikle yaşlı seyircilerin beğenisini kazandı. Filmin senaryosu, yönetmenin anneannesi ve dayısının gerçek hikâyesinden esinlenilerek yazılmış. Tek mekanda geçen filmdeki ev ise Şarkan’ın artık bakımevinde kalan anneannesinin evi.Süryani bir ailenin öyküsünü anlatan ve ülkemizde Süryanice çekilen ilk film olan ‘Gittiler: Sair ve Meçhul’, senaryosundaki kopukluk nedeniyle eleştirildi, görüntüleriyle öne çıktı. Filmin, İstanbul Film Festivali’nde 120 dakika olan süresi, Altın Koza’da 90 dakikaya düşürülmüş. Amerika’da okuyan ve orada yaşamaya devam eden Nisan Dağ ile Esra Saydam’ın ilk filmi ‘Deniz Seviyesi’, yaşanamamış aşkların acısını konu alan hikâyesiyle sevildi. Fakat ‘festival filmi’ değil de ‘vizyon filmi’ olması gerektiğini savunanlar da var. “Beni Sen Anlat” ise ne izleyiciler ne de eleştirmenlerin beğenisini kazanabildi. Film, “karton karakterleri, vahim dönem hataları, inandırıcı olmayan oyunculukları” ile festivalin zayıf filmlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Hatta neden yarışma filmleri arasına seçildiği de tartışma konusu oldu. Oyunculukları beğenilen ve ödüle aday görülen sanatçılar ise Tansu Biçer (Neden Tarkovski Olamıyorum), Damla Sönmez, Ahmet Rıfat Şungar (Deniz Seviyesi) ve Savaş Özdemir (Gittiler: Sair ve Meçhul).[Festivalde bugün ve yarın]Festivalde bugün, saat 11.00’de Büyük Sürmeli Oteli’nde Bora Gökşengil’in katılımıyla “Altın Koza Kısa Film Atölyesi-Kurgu” workshop’u yapılacak. Saat 15.00’te de aynı mekanda son yılların dikkat çeken görüntü yönetmenlerinden Gökhan Tiryaki sinemada görüntüyü anlatacak. Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda ise “Sinemamızın 100. Yılında Yılmaz Güney” söyleşisi gerçekleştirilecek. Saat 15.00’teki söyleşinin katılımcıları Fatoş Güney’in kardeşi Yaşar Pütün, Abdurrahman Keskiner, Hikmet Taşdemir, Semir Arslanyürek. Akşam saat 20.30’da Çukurova Hayal Park Yanı’nda Mehmet Erdem’in konseri var. Yarın ise yine Büyük Sürmeli Oteli’nde saat 11.00’de Film Çekim workshop’u yapılacak. Saat 15.00’te Ömer Lütfi Akad’ın yönettiği Gelin filminin restore edilmiş hali Optimum AVM’deki Avşar Sinemaları’nda izlenebilecek. Gösterime oyunculardan Hülya Koçyiğit ve Fuad Erman katılacak.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Şeytanla yaşamaya alışmak

2005’teki ilk filmi ile korku türünde iyi bir çıkış yakalayan yönetmen Scott Derrickson, ‘Bizi Kötüden Koru’da, kendi çıtasını aşağı çekiyor. Kötülük problemine dair söz söylemekten kaçınan film, işin teknik kısmında ise klişelere bel bağlıyor.Antik Çağ’dan bu yana felsefenin ve teolojinin kadim meselesi olan kötülük problemi (teodise) konusunda gelinen noktada saflar iyice ayrışmış durumda. Kimilerine göre de, ortak sorular sayesinde az-çok bir ‘orta yol’ bulunmuş gibidir. Tarih boyunca ateistin de panteistin de katoliğin de kendine yontacak bir damar bulabildiği bu alanda, aralarında 6 asır bulunan Leibniz ile Gazali’nin “Leyse fi’l-imkâni ebde’u mimma kâne” (İmkân âleminde olandan daha iyisi yoktur) cümlesinde yolunun kesişmesi konuyu vuzuha kavuşturmak bir yana, daha da çetrefilli kılabilir.Teodise, bir şekilde bizi adaletin keskin kılıcının ve ‘kör’ terazisinin önüne getirip bıraksa da, meselenin özünde ‘kötülüğün kaynağı’ yatıyor. ‘Bizi Kötüden Koru / Deliver Us From Evil’ filminin Peder Mendoza’sı, kafası karışmış polis memuru Sarchie’nin kötülükle ilgili sorunsalını şöyle cevaplıyor: “Bu hayatta iki türlü kötülük vardır, Memur Sarchie. İkincil kötülük, insanların yaptığı kötülüktür. Birincil kötülük ise tamamıyla başka bir şeydir.” Gerçek bir olaydan uyarlanan film, işte bu ‘tamamıyla başka bir şey’in insanlara yaptığı kötülükleri anlatıyor.IRAK’TAN NEW YORK’A YAYILAN KÖTÜLÜK!Asayiş bakımından ABD’nin en zorlu mıntıkalarından New York, Güney Bronx’un 46. bölgesine atanan polis memuru Sarchie (Eric Bana), tüm kötülüklere tanık olmuştur: Bir anne, küçük oğlunu aniden hayvanat bahçesindeki aslanların önüne atar; farklı yerlerde Latince yazılar ve tuhaf simgeler görür; evin bodrumundan tuhaf sesler duyar... Gitgide daha sorunlu bir adam olan Sarchie bir gün, meslektaşı Butler ile birlikte tuhaf bir olayı soruşturmaya gider. Sonrasında gelişen olaylar, Sarchie’nin keskin doğrularını da sarsacaktır.ABD deniz piyadelerinin 2010’da Irak’ta yaptığı bir operasyonun görüntüleriyle açılıyor film. Ardından New York polis departmanından bir memur eşliğinde polisiye bir öykünün içinde buluruz kendimizi. Bir müddet polisiye havasında seyreden film, sonradan topa giren rahip Mendoza’nın (Edgar Ramirez) da gayretiyle nihayet son yarım saat ‘şeytan çıkarma’ sularına yelken alır.İlk uzun metraj filmi ‘Şeytan Çarpması’ (2005) ile dikkatleri çeken Scott Derrickson, belli ki ‘tekrar’ duygusundan kurtulmak için, temelde bir şeytan çıkarma öyküsü olan 118 dakikalık filmde, seyirciyi farklı türlerin karmaşasıyla baş başa bırakıyor. Ralph Sarchie ile Lisa Collier Cool’un birlikte kaleme aldığı ‘Beware the Night’ adlı kitaptan uyarlanan film, her yönüyle kopuk parçalardan müteşekkil. Yönetmen, bu tür filmlerin olmazsa olmazı ‘bilim-din’ çatışmasını bir kenara bırakıp olabilecek en kaba ve yüzeysel şekliyle inanç meselesine dalıyor. Burada, rahip Mendoza karakteri hikâyeye biraz olsun ivme kazandırıyor. Kendi inancı da birden çok kez sınanmış rahip Mendoza rolünde Edgar Ramirez çok iyi oynuyor. Fakat Sarchie’nin yaşadığı dönüşümün motivasyonları o kadar zayıf ki, sonuç inandırıcı değil.İşin teknik kısmında, Scott Derrickson’ın türün en klişe korkutma numaralarına başvurması şaşırtıcı. Atmosfer oluşturma ve kötülüğün kaynağına dair felsefi tartışmalar gibi iki verimli alana sırt çevirip ani korkutma refleksine bel bağlaması, yönetmen hanesine bir hayal kırıklığı olarak yansıyor. Derrickson, hikâyeyi anlatırken herhangi bir yenilik, dil ve üslup arayışına girmediği gibi, klişeleri de olabilecek en banal haliyle kullanıyor. Üstelik başka türlere yaklaşma girişimindeki acemilik ve tutarsızlık ipin ucunu bütünüyle elinden kaçırmasına neden oluyor. Her şeye rağmen film, finale doğru seyirciye sunduğu yaklaşık 20 dakikalık şeytan çıkarma bölümü ile bu türün meraklılarını tatmin edebilir.Girişteki, ‘kötülük problemi’ne dönersek, bu sorunsala “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.” diyen Bediüzzaman’ın sözlerini hatırlayalım. Dileyen meseleyi şeytanın ateşten yaratılmasına kadar götürüp Lemalar’daki ilgili bölüme de bakabilir: “Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olmakla, ‘şeytanın hilkati şerdir’ diyemez.” Ya da isterseniz, şeytanın şerrinden Allah’a sığınarak bu ‘kadim’ meseleyi sinema salonlarına havale edelim!

15 Ağustos 2014 Cuma

Yaş yetmiş, iş bitmemiş!

Sylvester Stallone’nin 80’li ve 90’lı yılların gözden düşmüş aksiyon yıldızlarını toplayarak piyasaya sürdüğü ‘Cehennem Melekleri’ serisinin üçüncü adımında da değişen bir şey yok. Wesley Snipes’ın dahil olduğu ihtiyar ekip, eski usul yöntemlerle yoluna devam ediyor.Kabzımal diliyle söylersek ‘ıskartalar’, Türkiye gündemine uygun ifadesiyle ‘tasfiye edilenler’... Gözden çıkarılmış ekip anlamındaki ‘The Expendables’ (Cehennem Melekleri) sinemadaki üçüncü macerasında da bildiğini okuyor. Barney Ross (Sylvester Stallone) ve ekibi, bu kez Ortadoğu ve Asya’da etkin olan bir silah tüccarını ‘paketleme’ işini alıyor. Peşine düştükleri acımasız silah tüccarının, Cehennem Melekleri ekibinin kurucusu ve Barney’nin uzun yıllar önce öldürdüğünü sandığı Conrad Stonebanks (Mel Gibson) olduğu anlaşılınca bütün planlar değişir. Barney, yaşlı ekibini tasfiye edip gençleştirme operasyonuna gider ve yeni bir takımla yola çıkar.80’li ve 90’lı yılların elden ayaktan düşmüş, mimiksiz birer kas yığınına dönmüş bütün aksiyon yıldızlarını bir araya getiren film; hikâye, senaryo, karakter oluşturma, söylem, zekâ parıltısı gibi alanlarda eskiye takılıp kaldığı için 2000’lerin dünyasına gelmekte zorlanıyor. Hal böyle olunca filmi izleyebilmek için bize üç yol kalıyor.Birinci yol: Nostalji. Cehennem Melekleri serisinde 80’li ve 90’lı yılların aksiyon yıldızlarının tarzları aynen korunuyor. Hatta üçüncü filmde topa giren Mel Gibson bile ‘Cehennem Silahı’ ve ‘Mad Max’ filmindeki karakterini hatırlatırcasına işi ‘çılgınlığa’ vuruyor. Cehennem Melekleri; zekâ kıvılcımı içermeyen operasyonlar, tek planın ‘kapıyı kırıp almak’ olduğu, her badirenin bilek gücüyle atlatıldığı aksiyon filmlerini hatırlayıp çocukluk ya da gençlik günlerinin dünyasına sinemasal bir yolculuk yapmak isteyenler için ucu bucağı görünmeyen bir çöl gibi. Bu devirde yazlık sinema aramak nafile ama AVM sinemalarında gazoz ve çekirdek bulabilirseniz nostaljinin dibini görürsünüz!GENÇLEŞTİRME OPERASYONUİkinci yol: Gençleştirme operasyonu. Filmi, ‘başkanların çiftliği’ olmaktan bir türlü kurtulamayan ülkemiz futbol takımları için sıklıkla gündeme gelen ‘gençleştirme operasyonu’ penceresinden izleyebilirsiniz. Malum, Almanya söz konusu olduğunda Dünya Kupası’na kadar uzanan bu ‘süreç’ nedense ülkemiz için daima bir ütopya olarak kalır. Eskilerin tecrübesiyle gençlerin dinamizminden bir ‘takım oyunu’ çıkarma hülyasının sinemadaki versiyonu olarak görebilirsiniz ‘Cehennem Melekleri 3’ü. İkinci filmde Liam Hemsworth ile uç veren gençleştirme çabası, bu kez Victor Ortiz, Ronda Rousey ve Kellan Lutz ile devam ettiriliyor. Sonuç, bizim Milli Takım’ın hali gibi. İşler kötü gidince hemen eskilere sarılıyor Barney Ross.Üçüncü yol: ABD’nin paramiliter yayılmacılığı. Bu yol biraz daha zor. Zira filmi izlerken, hatırlamak istemediğiniz onlarca görüntü belleğinize gelip yerleşecek. Barney Ross ve ekibini, dünyanın her ülkesine elini kolunu sallayarak girip operasyon yapan, ‘üçüncü dünya’nın sokaklarında, dağlarında, yollarında sokak köpeği itlaf eder gibi adam öldüren ve ne hikmetse hiçbir kolluk kuvvetinin mukavemetiyle karşılaşmayan ABD’li ‘kahramanlar’ın paramiliter kalıntısı olarak göreceksiniz. Hatırlayalım, serinin ilk filmi diktatörlükle yönetilen bir Güney Amerika ülkesinde; ikinci film, ‘Başkanın Adamları’ndan (1997) bu yana bir kabile devletiymiş gibi beyazperdeye yansıtılan Arnavutluk’ta; üçüncü film ise Türkmenistan ve Özbekistan isimlerinden türetilmiş Azmenistan adlı hayalî bir Orta Asya devletinde geçiyor.Evet, ‘Cehennem Melekleri 3’ü izlemek için önünüzde üç yol var. Tercih sizin; dileyen ‘kafa dağıtmak’ ya da sıcak havalardan serin salonlara kaçmak gibi dördüncü ve beşinci yolları da seçebilir. Aksi halde; senaryo, hikâye, yönetmenlik ve estetik bakımından hiçbir zekâ pırıltısı ve özgünlük içermeyen bu gürültülü, bol patlamalı, klişe yumağı filme katlanmak pek mümkün değil.Öte yandan, Cehennem Melekleri serisinin fikir babası Sylvester Stallone’ye de kızamıyorsunuz. Bunca yıl, kahraman diye peşinden koşulan elsiz ayaksız kötürümlerin memleketi geleceğe taşımasını beklerken, bir anda ‘Back to the Future’ efektiyle 1930’lara ışınlandığımız düşünülürse Stallone ve arkadaşlarının 80’ler - 90’lar ısrarı gayet masum. İçinden geçtiğimiz ‘süreç’ bize sürreal gelmiyor ise sinemanın elden ayaktan düşmüş bu ihtiyar takımının geçmişte takılıp kalmasını çok görmemeliyiz.

8 Ağustos 2014 Cuma

Bize yüzde 10 yeter

Fransız yönetmen Luc Besson’ın son filmi, geçirdiği kaza sonucu beyninin yüzde yüzünü kullanmaya başlayan Lucy adlı bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. Bir parodi olsa eğlenerek izlenebilecek film, Tayvan’dan Avrupa’ya uzanan bir suç öyküsüne bilimi katık ederek yol almaya çalışan, entelektüel görünmeye çabalarken gülünç olan bir yapım.Fransız yönetmen Luc Besson, ‘Arthur ile Minimoylar’dan (2006) sonra bir daha film çekmeyeceğini açıklamıştı. Keşke sözünü tutsaydı ve tekrar kamera arkasına geçmeseydi. ‘Leon’un ve ‘Nikita’nın yönetmeni olarak kalsaydı sinemaseverlerin belleğinde. Ama öyle olmadı, Hollywood’un fason üretim yapan Fransız şubesi olmaya devam etti.Doğrusu, ilk dönemleri itibarıyla parlak çıkış yapan her yönetmenin ileride ‘çuvallama’ hakkı saklıdır. Misal, M.Night Shyamalan, bu hakkını 2010 yapımı ‘Son Hava Bükücü’de gayet ihtişamlı bir şekilde kullanmıştı. Hatırlanacağı gibi Shyamalan, üçüncü filmi ‘Altıncı His’ten (1999) sonra ‘Yeni Hitchcock’ güzellemeleriyle karşılanmıştı. Aslında bu, futboldaki ‘Yeni Maradona’ efsanesi gibi bir şey. Malum, yıldızı parlayan Güney Amerikalı her futbolcu (hele de Arjantinliyse), vakit kaybedilmeden ‘Maradona’nın veliahtı’ ilan edilir. Neyse ki Messi, bu arayışlara -şimdilik- son verdi. ‘Maradona kompleksi’nin sinemadaki örneklerinden biri olan Luc Besson’ın bugün gösterime giren son filmi ‘Lucy’, yönetmenin Leon’dan (1994) sonraki dönemini anlatmak için tek başına yeterli.‘Lucy’, Tayvan’dan Avrupa’ya uzanan bir suç öyküsüne bilimi katık ederek yol almaya çalışıyor. Taipei’de neden bulunduğunu anlamadığımız Lucy, bir hafta önce tanıştığı Richard tarafından bir uyuşturucu pazarlığında kurye olarak kullanılır. Zekâsının yüzde birini kullanabilen Lucy’nin vücuduna Avrupa’ya gönderilmek üzere uyuşturucu yerleştirilir. Ancak bu uyuşturucu madde, beklenmedik bir şekilde Lucy’nin vücudunda kana karışmaya başlayınca onu insan üstü bir varlığa dönüştürür. Daha doğrusu, bu kimyevi madde Lucy’nin beyninin yüzde yüz kapasiteyle çalışmasına yol açar. Akıl okuma, telekinezi ve acıyı hissetmeme gibi özelliklere sahip olan Lucy, hem uyuşturucu çetesinden intikam almaya çalışır hem de içine düştüğü durumdan kurtulmak için dünyaca ünlü bilim adamı Profesör Norman’ın peşine düşer.SUYUNDAN DA KOY YÖNETMENİM!‘Lucy’, spekülatif bilimin asırlardır üzerinde tahminler yürüttüğü bir mevzudan yola çıkıyor: Beyninin ancak yüzde 10’unu kullanabilen insanın beyni, bütün bölgeleriyle aktif olur ve tam kapasite çalışırsa ne olur? Bilmem kaçıncı kez bir bilim adamı rolüyle gördüğümüz Morgan Freeman, yıllarını bu meseleye vakfetmiş Prof. Norman rolünde detaylı bir şekilde bu teoriyi açıklıyor. Ama öyle böyle değil. 89 dakikalık filmin, yaklaşık 30 dakikası ‘info’ ile geçiyor. Geri kalanı ise Besson’ın senaryosunu yazdığı filmlerden (Wasabi, Son Üç Gün) kopyalanmış silahlı çatışma sahneleri, ‘Taksi’ serisinden öykünülmüş araba takip sahneleri, Güney Kore intikam sineması örgüsü ve Ron Fricke’nin ‘Baraka’sından (1992) alıp aynen kullanılmış görüntüler...‘Lucy’de, Batılıların “pseudo-intellectual” dediği entelektüel görünme çabası (sahte entelektüellik) o kadar bariz ki, Luc Besson ağdalı bilimsel ifadeler ile ciddiyetle laf söylediği bir konuda gülünç duruma düştüğünün farkında değil. Besson’ın en büyük hatası, bu malzemeden bir parodi çıkarmamak olmuş! Öyle ki ‘Lucy’den, süper kahraman filmlerini dalgaya alan Mel Brooks tarzı bir güldürü çıkabilirmiş. Aslında bu haliyle de çıkar, en azından o gözle izlenebilirmiş. Fakat yönetmen o kadar kasıyor ki, elindeki malzemeyi iyice dağıttıktan sonra ne yapacağını bilemeyip infilak ediyor.‘Lucy’nin oradan buradan ‘yama’ tutturma hallerine Neil Burger imzalı ‘Limit Yok’u (2011) da eklemeliyiz. Orada da üçüncü sınıf bir yazar, aldığı bir hap ile beynini tam kapasite ile çalıştırmış ve sonradan yan etkiler görülmeye başlanmıştı. ‘Limit Yok’, Besson’a ne kadar ilham verdi bilemeyiz ama iki filmin bir başka ortak özelliği de Besson’ın ‘Lucy’de Scarlett Johansson ve Asya’nın karizma oyuncusu Choi Min-sik’i meze yapması gibi Burger da ‘Limit Yok’ta Robert de Niro ve Abbie Cornish’i harcamıştı. Üstelik, ‘Lucy’nin profili ‘Limit Yok’tan daha düşük.‘Lucy’yi izlerken eğlenebilir, hatta Morgan Freeman’ın anlattıklarını fazla ciddiye alırsanız filmi sevebilirsiniz bile. ‘Baraka’yı izlememiş, Mel Brooks’a ve hipotez-teori-kanun gibi temel bilimsel kavramlara bile aşina değil ve bir de ‘Limit Yok’u görmemiş iseniz Lucy’ye hayran bile kalabilirsiniz; uyarmadı demeyin!

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Yağmuru kim döküyor?

13 yaşındaki bir çocuğun bisiklet alma hayalini gerçekleştirmek için yaşadıklarını anlatan ‘Vecide’, ilklerin filmi. Tamamı Suudi Arabistan’da çekilen ve bir kadın tarafından yönetilen ilk Suudi filmi olan ‘Vecide’, birtakım zaaflarına rağmen izlenmeyi hak eden bir yapım.Bazı filmlerin kaderi, parıltısı bize ulaşmadan sönüp giden yıldızlara benziyor. Yaz ayları da gelmese böyle filmleri hiç göremeyeceğiz. Bugün gösterime giren 2012 yapımı ‘Vecide’ onlardan biri. Yıldız dediysek, o kadar parlak bir yıldız değil; ışıltısı biraz zayıf fakat nadir göründüğü için değerli.Vecide, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da yaşayan orta sınıf bir ailenin 13 yaşındaki kızı. Tıpkı adı gibi hayat, neşe ve iştiyak dolu. Kız çocuklarının bisiklete binmesinin hoş karşılanmadığı bir ülkede yeşil bir bisikletin hayalini kuruyor. Okulda sergilediği ‘genel adaba mugayir’ hareketleri (mizah yeteneği, merakı ve sorgulaması!) öğretmeni tarafından tepki çeken, ecnebi müzikleri dinleyen bir çocuk Vecide. Çocuk, ama okula beraber gidip geldiği kız arkadaşı evlenmeye hazırlanıyor. Evde annesiyle babasının arası ‘erkek çocuk olmadığı’ için limoni. Böyle bir sosyal ve ailevi ortamda Vecide, bisiklete binme hayalini gerçekleştirmek için okulda düzenlenen Kur’an okuma ve bilgi yarışmasına katılır. Ödül 1000 riyal, bisiklet 800. Ne var ki, Vecide, dünya üzerinde hayallerin hayal kırıklığına dönüşmesinin rutin olduğu bir coğrafyada yaşamaktadır.Hayfa El-Mansur’un yönettiği ‘Vecide’, ilklerin filmi. Tamamı Suudi Arabistan’da çekilen ve bir kadın tarafından yönetilen ilk Suudi filmi. Ayrıca, Venedik Film Festivali’nden üç ödül alan, Arabistan’ın Oscar’a aday gösterdiği ilk film. Yönetmenin samimiyetine, filmin naifliğine rağmen klişelerden yakasını kurtaramayan da bir film. Arabistan’daki erkek egemen kültür içinde var olmaya çalışan kadınların öyküsünü anlatırken, Batılı bir izleyicinin tüm ‘beklentilerini’ karşılıyor. Ne var ki, bu kaçınılmaz; zira birileri için klişe olan bir başkası için hakikat olarak hayatın orta yerinde duruyor.Araba kullanma, seçme ve seçilme hakları olmayan, yanlarında birinci dereceden erkek yakını olmadan seyahat edemeyen kadınların ülkesinde, bir kadın yönetmenin çektiği filmin kadınların sorunları hakkında olması gayet doğal. Sosyal hayatta görünmemesi için kurallar koyulan bir kadın için film çekmek de zor. Öyle ki Hayfa El-Mansur’un bazı sahneleri arabanın içinden yönettiği söyleniyor. Bu teknik kısıtlamaları anlamaya çalışmakla birlikte, -malum sorunların içinde doğup büyüdüğünden olsa gerek- El-Mansur’un meseleyi fazlasıyla içselleştirdiği ve hikâyesi ile arasına mesafe koyamadığı görülüyor. Bu durum, hikâyenin söylem gücünü zayıflatıyor. Yan karakterlerin işlenememesi de Vecide’nin sesinin daha gür çıkmasını engelliyor.ARABİSTAN’IN MERCANE’Sİ…‘Vecide’nin zaaflarının daha net görülmesi için İranlı yönetmen Mercane Satrapi’nin ‘Persepolis’ (2007) filmi iyi bir örnek. Küçük Vecide, birçok yönden ‘Persepolis’in baş karakteri Mercane’yi andırıyor. Ancak, yönetmenlerin hayata bakışı ve sanatsal kalibresi arasındaki fark, Vecide ile Mercane’nin yollarını ayırıyor. Satrapi’nin protest tavrı, keskin cümleleri ve sözünü sakınmayan kişiliği El-Mansur’da yok. Bu durum, farklı kişiliklerin yanı sıra, İran ve Suudi Arabistan’ın sosyal hayatı, toplum yapısı, kültürel farklılıkları ve tabii ki sanat/sinema geleneği ile ilgili.Mercane’den farklı olarak Vecide, annesinin kaderine yazgılı. Evine hapsolmuş, kocasını mutlu etmek ve çocuğunu yetiştirmekten başka bütün hayalleri elinden alınmış annenin küçüklüğünün de tıpkı Vecide gibi olduğunu tahmin etmek zor değil. Yönetmen finalde ‘kadın dayanışması’na vurgu yapsa da anne ve kızın kaderine razı olduğu bir son hazırlıyor. Anne, ‘Sen böyle olmayacaksın’ dese de, bisiklet hayalini ‘göstermelik’ bir Filistin hassasiyetine kaptıran, okulda adı ‘yola getirilmesi gereken problem kız’a çıkan ve en yakın arkadaşının düğün hazırlığı yaptığı 13 yaşındaki Vecide’nin hayalleri çoktan sönmüştür. Anneyi geçtik, ikinci evliliğini yapan baba bile bir töre kurbanı gibi, “Biz de geleneklerin esiriyiz kızım, ne yapalım” minvalinde bir konuşma yapıyor Vecide’ye. Hal böyle olunca sadece fotoğraf çeken, onu da basit bir kartpostal tadında bırakan ve ele aldığı meseleler üzerine esaslı söz söylemeyen bir film ‘Vecide’. Fakat Hayfa El-Mansur’un bu fotoğrafı çekmesi bile değerli; zira kadraja giren sorunların bazısı, ‘Müslüman’ geçinen birçok devlette mevcut. Misal; arkasında yapıcı bir proje, planlama ve yaptırım olmayan göstermelik Filistin hassasiyeti; gelenek adı altında dini öne sürerek statüsünden vazgeçmeme, çocukların hayalini çalma…

18 Temmuz 2014 Cuma

Sinyale inanma sinyalsiz kalma

Bağımsız bir bilim-kurgu örneği olan ‘Sinyal’, türler arasında keskin çizgilerle ve kolayca geçiş yapan anlatım dili ile dikkat çekiyor. Film, ilk yarısındaki heyecan ve merak duygusunu bir süre sonra kaybediyor.Bağımsız bilim-kurgu filmi ‘Sinyal’, ilk yarısında tetiklediği heyecan ve merak duygusunu, ikinci yarıda yavaş yavaş elimizden alıyor. Verdiği burukluk ile 2012 yapımı ‘Tetikçiler / Looper’ filmini hatırlatıyor.Kendi halinde iki hacker olan MIT üniversitesi öğrencisi Nick ve Jonah, arkadaşları Haley’i yeni okuluna götürmek için yola çıkar. Yolculuk sırasında Nick ve Jonah, ‘Göçmen’ adlı bir hacker’dan sinyal alır. Bunu bir meydan okuma olarak gören iki kafadar, Göçmen’in yerini tespit eder. Onu görmeye gittiklerinde ise harabe bir barakayla karşılaşırlar...‘Sinyal’, bilim-kurgu evrenine varmadan önce birkaç durağa uğruyor. Gençlik filmi kodlarıyla başlayıp yol hikâyesi tadında devam eden film, rotayı aniden korku sularına çeviriyor. ‘Blair Cadısı’ efektiyle kotarılan baraka bölümü, korku klişelerine dokunup geçtikten sonra salgın filmlerinin sahasına giriyor. Bir süre burada oyalanıp seyircinin merakını yeterince köpürttüğüne kanaat getirince erken bir firar olayı ile yeniden yol hikâyesine dönüyor. Derken, kaçakların izinin sürüldüğü bir western tadında ilerliyor bir süre. Finale geldiğinde ise ‘Truman Show’ şıklığında ama sert bir geçişle bilim-kurgu evrenine dalıyor.YÜRÜYELİM Mİ, KOŞALIM MI?2012 yapımı bağımsız bilim-kurgu örneği ‘Looper’, atmosfer kurmadaki ve zamanda yolculuk temasını yeniden üretmedeki başarısını hikâye anlatımında gösteremediği için belli bir seviyeyi geçememişti. Sinyal de aynı dertten mustarip. 97 dakikalık süresinde türler arasında bu kadar keskin çizgilerle ve kolayca geçiş yapıp da rahatsızlık vermeyen ‘Sinyal’in fikir planındaki parıltısı, hikâye anlatımındaki zaaflarından dolayı hedefe ulaşamadan sönüp gidiyor. Fakat ‘Sinyal’, garip bir şekilde, gösterdiklerinin ötesinde, anımsattıkları ve çağrışımlarıyla kendi halimizi seyretmeye yönelik bir okuma penceresi açıyor. Film, kabuğunu kırma metaforundan hareketle Amerikan gençliğinin içinde debelendiği sıkışmışlık duygusunun yansıması şeklinde okunmaya müsait. Başkalarının bilgilerini çalan iki hacker’ın hayatının uzaylılar tarafından çalınmasından yola çıkarak bambaşka bir alana da varılabilir. Sadece Amerikan gençliği değil, genel olarak gençliğin içine düştüğü sıkışmışlık duygusu...Hadi kendimizi soyutlamayalım; bu topraklarda yaşayan bizler de, kaç nesildir aynı fasit dairede dönüp duruyoruz. İsimler ve takvimler değişiyor ama aynı küçük, dar ve boğucu kabuğun içinde debelenip duruyoruz. Çağın dejavu mahkumları olarak her nesilde aynı dersten kalan tekrarlı öğrenciler gibiyiz. Öyle ki, yaşadığımız hadiseler karşısında “Biz bu filmi görmüştük.” diyecek kadar bir farkındalığımız bile kalmadı. Kötülüğün her gün daha derin, daha karanlık çukurlara yuvalandığını gördükçe hayret duygumuzu da kaybettik. ‘Sinyal’deki genç Nick, içinde bulunduğu kabuktan iyice bunalınca kendisine monte edilen takma ayaklar ile delice koşuyor. Hapsolduğu duvarları yıkmak için çılgınca koşuyor ama vardığı yerde daha büyük bir duvarla karşılaşıyor. Tanıdık geldi mi? David Le Breton’ın eşsiz güzellikteki kitabı Yürümeye Övgü’yü hatırlayalım: “Yürümek, ruh yetmezliği yaşamaktır, daha doğrusu ruh yetmezliği yaşayıp kendini kendinden dışarı atmaktır. Kendine katlanamadığın noktada kendinle barışmak için kendini yollara vurmaktır.’’ Wong Kar-wai’nin birbirine değip geçen hayatları resmederken, zamanın herkes için farklı akıp gittiğini fısıldadığı filmi ‘Chungking Express’te 223 numaralı polisi getirelim gözümüzün önüne. Takeshi Kaneshiro’nun oynadığı polis, her sabah ayrılık acısını ve dertlerini unutmak için koşuyordu. Koştukça unutuyor, unuttukça koşuyor. Tekrar Yürümeye Övgü’ye dönersek: “Coşkulu bir yürüyüş çok büyük olasılıkla, her türlü dar kafalılıktan ve gururdan, kibirden uzaklaştırmıştır sizi ve içinizdeki merak duygusunun özgürce harekete geçmesini sağlamıştır.” Keşke! Yanlış sinyallerin peşine takılıp geldiğimiz nokta gün gibi ortadayken hepimizin daha çok yürümeye ve her gün daha coşkulu yürüyüşlere ihtiyacı var. Hatta belki de koşmaya!

11 Temmuz 2014 Cuma

Maymun gözünü açtı

Maymunlar Cehennemi, sinema tarihinin en uzun serisi James Bond kadar olmasa da Star Wars yolunda ilerliyor.Fransız romancı Pierre Boulle’nin 1963’te kaleme aldığı bilimkurgu romanın sinema macerası çok hızlı başlamıştı. 1968’de yola çıkan seri, 1973’e kadar peş peşe çekilen beş filmden sonra uzun süre sessizliğe bürünmüştü. 2001’de Tim Burton’ın ‘talihsiz’ uyarlaması serinin üzerindeki ölü toprağını silkeleyemedi. Ve nihayet 2011’de bir umut ışığı ile kıpırdanan seri, bugün gösterime giren ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ ile güçlü bir geri dönüş yapıyor.Rupert Wyatt’ın yönettiği ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’ (2011), serinin yeniden başlatılması için verimli bir damar yakaladı. Hapishane filmlerinden Frankenstein öyküsüne, westernden baba-oğul temasına kadar bir yığın bileşeni harmanlayan filmin temelinde bilim-teknolojinin doğaya müdahalesi ve onun genleriyle oynamasının yol açtığı tehlike vardı. Matt Reeves imzalı ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’, ilk filmin açtığı zeminde insanlık tarihinin de alegorisi sayılabilecek sağlam ve gösterişli bir bina inşa ediyor.Genleri değiştirilmiş, isyancı maymun Sezar’ın kaçışının üzerinden on sene geçmiştir. Genetiğiyle oynandığı için daha da zeki bir maymun olan Sezar, ormanda büyük bir maymunlar ordusu kurmuştur. Bu süre içinde dünyayı saran ölümcül virüs insanlığın büyük bölümünü yok etmiş, kalanlar ise koloni halinde yaşamını sürdürmektedir. San Fransisco’daki koloniden bir grup insan, yegane güç kaynakları olan hidroelektrik santrale ulaşmak için Sezar’ın kontrolündeki ormana gelir. Birkaç tatsız olaydan sonra insanlar Sezar’ı ikna ederek silahlarını bırakmak şartıyla santralde çalışmaya başlar. Ancak insanlar ve maymunlar arasında kırılamayan önyargılar ve geçmiş hesaplar, iki tarafı yeniden çatışma ortamına sürükler.ANDY SERKIS GÖZ DOLDURUYOR‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’, serinin en iyisi olmakla birlikte, söylem olarak da seriyi özüne döndürüyor. Pierre Boulle’nin evrim teorisini tersyüz eden romanı, aynayı tersine çevirerek insanlığın durumuna bakıyor; acımasız bir toplum, ahlak ve medeniyet eleştirisine soyunuyordu. Cem Yılmaz’ın A.R.O.G.’da Arif’e söylettiği “Maymundan mı geldik bilmiyorum ama maymuna doğru gidiyoruz” önermesi, Boulle’nin romandan muradını karşılayacak bir cümle. Boulle de, evrim teorisinin doğruluğu-yanlışlığı gibi o dönem bilim dünyasının içine düştüğü kısır döngüye takılmadan onu bir toplum eleştirisi olarak kullanıyor.Matt Reeves’in yönettiği ‘... Şafak Vakti’, tıpkı Boulle gibi evrim teorisiyle oyalanmak yerine, insanlık tarihinin alegorisine girişiyor. ‘Öteki’nden hareketle ahlak, iyi-kötü, erdem ve birlikte yaşama üzerine güçlü söylemleri olan film, insanlığı hedef alıyor. Sezar liderliğindeki maymunlar ordusu ile Dreyfus önderliğindeki insanların kolonisini eş karakterler, benzer dertler, aynı kötülükler ve hayatta kalma isteği gibi ortak meseleler ile denkleştirilerek her iki tarafın da birbiri için ‘öteki’ olduğu başarıyla vurgulanıyor.‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’nin en güçlü yanı, hikâyenin insanların gözünden değil, Sezar’ın bakış açısıyla perdeye gelmesi. Sezar’ın geçmişin yükünü taşıyan gözlerinde başlayan film, yine Sezar’ın geleceği görüp de olacakları engelleyemeyen mitolojik karakter Cassandra’nın çaresizliğini yansıtan bakışları ile bitiyor. Sezar, sadece ismiyle değil, iç dünyası ve etkileşimde olduğu karakterler itibarıyla da Shakespeare’in Julius Sezar’ı. Lideri olduğu canlıları huzur dolu bir dünyada bir arada tutma ideali; iktidar arzusu, hırs, kin ve öfke ile dağılıyor.Hikâyenin güçlü söylemi, katman aralıkları ve karakter derinliği, teknik üstünlük ile birleşince film bir kademe daha atlıyor. Performans yakalama tekniğinin (motion capture) bugüne kadarki en mükemmel örneğinin verildiği filmde, Sezar’ı oynayan Andy Serkis, her türlü takdirin üzerinde bir iş çıkarıyor. Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinde aynı teknikle Gollum’u oynayan Serkis, 2005’te King Kong’un yeni uyarlamasında da sinemanın ünlü gorilini canlandırmıştı. Filmin set tasarımı, atmosfer oluşturmadaki başarısı, sanat ve görüntü yönetimi alanlarındaki başarısı ise görülmeye değer.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Çıkamam, aynalar zindan

‘Göz/Oculus’, temelde hayli klişe bir ‘hayalet ev’ öyküsüne sahip. Ancak senaryo ve bilhassa yönetmenin katkısıyla bu klişe öyküyü başarıyla çeşitlendiriyor. Hayalet ev klişesinden üslupçu bir hamleyle çıkmayı başaran film, ikinci yarısında sahte belgesel akımına kapılıyor.Uzun metrajın yanında her daim üvey evlat muamelesi gören kısa filmler, son yıllarda bu makus talihi kırar gibi oldu. Gerçi, ehli için kısa filmden alınan lezzet nice uzun metrajda bulunmaz. Albert Lamorisse’in 1956 yapımı diyalogsuz ‘Kırmızı Balon / Le Ballon Rouge’ filmi, verdiği tarifsiz sinema duygusu ile bu konuda benzersizdir mesela. Kırmızı Balon, ‘şanslı’ bir film, zira Lamorisse dâhil olmak üzere kimse onu uzatmaya kalkışmadı!İlginç olan şu ki, kısaların kıymetini anlamak için onların uzun metraj olması gerekiyor bazen. Testere, 12 Maymun, Yasak Bölge 9, Mama, Bottle Rocket, 9, Sin City... Bu yapımların ortak noktası, kısa filmden uyarlanan uzun metraj olmaları. Bir diğer ortaklık ise orijinallerinin uzun versiyonlarından daha çok sevilmesi. En yakın örnek, Arjantinli genç yönetmen Andrés Muschietti’nin 2008 yapımı filmi ‘Mama’. Bu üç dakikalık film, Meksikalı yönetmen/yapımcı Guillermo del Toro’nun el vermesiyle yine Muschietti’nin yönetiminde geçtiğimiz yıl 100 dakikalık uzun metraj haliyle karşımıza çıktı. Ancak kısanın gücünü, uzun metrajda aramak nafileydi. ‘Mama’ da gösterdi ki kısanın gücü, filmi seyircinin zihninde devam ettirebilme potansiyelinde yatıyor. Uzun metraj, boşlukları doldurayım derken hikâyeyi tekeline alıyor, zihnimize bırakmıyor; bütün detayları perdeye aktarma gayretiyle hayali/rüyayı gözümüze indiriyor ve ‘büyü’yü bozuyor.AMAN, ‘GÖZ’E GELMEYELİM2006 yapımı aynı adlı kısa filmin uzun versiyonu olan ‘Göz / Oculus’, tam anlamıyla başarı sağlayamasa da bahsettiğimiz bu büyüyü bozmamaya gayret ediyor. Hikâye, kabaca, antika bir aynanın gizemini çözmeye çalışan iki kardeşin başından geçenleri anlatıyor. Yıllardır ev ev dolaşan gizemli aynanın son sahipleri Kaylie ve Tim, ailelerinin ölümü üzerine ilişkilerini düzeltmeye çalışan iki kardeştir. 11 yıl önce, küçük yaşta bir aile trajedisine şahit olurlar. Bu trajedi, Tim’i akıl hastanesine yollarken, Kaylie’de ise travmaya sebep olur. Yıllar sonra aynı eve gelen iki kardeşten Kaylie, yaşananlara antika aynanın sebep olduğunu düşünür ve bunu ispatlamak için deneye başlar. Tim ise suçlunun babaları olduğunu savunur. Bir yandan geçmişin anılarıyla boğuşan iki kardeşin ilişkisi, aynanın odakta olduğu deney ilerledikçe daha da kötüleşir. ‘Göz’, temelde hayli klişe bir ‘hayalet ev’ öyküsüne sahip. Ancak senaryo ve bilhassa yönetmenin katkısıyla bu klişe öyküyü başarıyla çeşitlendiriyor. Hikâyenin anlatımındaki orijinallik, geçmişi ve bugünü iki koldan anlatırken tek mekanda cereyan eden iki farklı zamandaki olayı iç içe geçirmesi. Aynanın esas numarası olan gerçeklik algısının yitirilmesi, yönetmenin iki farklı zamandaki karakterleri şık geçişlerle aynı ‘an’da buluşturması sayesinde seyirci nezdinde de gerçekleşiyor. Böylece anlatımın ve dolayısıyla öykünün klişelere hapsolmasının önüne geçiliyor. Bu tercih, seyircinin iki olayı da aynı anda ve ilgiyle takip etmesine neden olduğu için gerilimin en önemli unsuru merak duygusunu da canlı tutuyor.Amerikalı yönetmen Mike Flanagan, cadı mahkemeleriyle ünlü Salem’de büyüdüğü için midir, korku-hayalet öykülerine meraklı. Önceki filmleri pek dolaşıma çıkmasa da 2011 yapımı ‘Absentia’ kayda değer bir yapım olarak dikkat çekmişti. Genç yönetmen, ‘Göz’de hayalet ev klişesinin içinden üslupla çıkmayı başarırken, filmin ikinci yarısında ‘sahte belgesel’ akımına kendini kaptırıyor biraz. Son dönemde ‘paranormal’ öykülerle yükselişe geçen bu yöneliş, Flanagan’ın esas derdi değil. Sadece öyküyü çeşitlendirmek için kullandığı bir atlama taşı. Filmi bütünüyle bunu üzerine kurmayarak, doğru bir hamle yapıyor. ‘Göz’ün gelip tıkandığı nokta ise kısadan uzuna geçme gayretiyle doldurmaya çalıştığı boşluklar. Aynanın geçmişine dair yapılan açıklamalar, merak gidermekten ziyade boşluğu daha da derinleştiriyor mesela. Bu tür kaygıların yanı sıra, üslup sayesinde aşılan klişeler, hikâyenin temelini oluşturduğu için film, ‘izlenmişlik’ hissinden kurtulamıyor.