28 Şubat 2014 Cuma

Sarıkız’ın türküsü

Küçük bir köyde yaşanan absürt olaylar zincirini mizahî bir dille anlatan ‘Sürgün İnek’, seyircisini salondan eli boş göndermiyor. Bazı sahneler kahkahasız izlenmiyor, ancak film, 28 Şubat dönemini yaşamış seyirciyi güldürdüğü kadar hüzünlendirmeyi de başarıyor.Rus sinemasının zirvelerinden biridir ‘Askerin Türküsü/Ballada o Soldate’. Grigoriy Chukhray’ın yönettiği 1959 yapımı film, propagandaya tenezzül etmeden, savaşın insanlar üzerindeki etkisini çarpıcı bir şekilde işler. 2. Dünya Savaşı sırasında cephede gösterdiği başarıdan dolayı madalya ile ödüllendirilen genç asker Alyoşa, madalya yerine annesini görmek için komutanından iki günlük izin ister. Çünkü cepheye gelirken annesiyle vedalaşamamıştır. İzni alan Alyoşa, trenle çıktığı yolculukta birçok insanla karşılaşır, onlara yardımcı olur. Bu yüzden, izin süresinin çoğunu kullandığı için annesiyle görüşmesi kısa sürer. Annesiyle vedalaşıp tekrar cephenin yolunu tutan Alyoşa, “Geri döneceğim.” diye bağırır. Fakat biz biliriz ki o ‘çocuk’ dönmeyeceği gibi, ondan sonra da savaşlar olacaktır. Nedense, ‘Askerin Türküsü’ ile yakın-uzak hiçbir akrabalığı bulunmayan ‘Sürgün İnek’ filmini seyrettikten sonra, Chukhray’ın bu başyapıtını hatırladım. Belki de içinde yaşadığımız boğucu gündemin etkisindendir. Ama şu kesin, tarihe ‘28 Şubat’ (1997) olarak geçen o baskı döneminden absürt bir kesit sunan ‘Sürgün İnek’, komedi beklerken hüzünlendiren bir film. Güldürmediğinden değil, bazı sahneler kahkahasız izlenmiyor, ancak o dönemi yaşamış seyirciyi güldürdüğü kadar hüzünlendirmeyi de başarıyor. Önce hikâye:SÜRGÜNLERDEN SÜRGÜN BEĞEN!Hayali bir köy olan Gomalak’ta kendi halinde yaşayan evli çift Şevket ve Cemile’nin birbirlerinden ve inekleri Sarıkız’dan başkaca bir şeyleri yoktur. Bu çiftin hayatı köyün ilkokulundaki Atatürk büstünün inekleri tarafından kırılmasıyla içinden çıkılmaz bir hal alır. Olay, sadece Şevket ve Cemile’nin değil, başta okulun öğretmeni olmak üzere köyün ve hatta ülkenin gündemine oturur. Muhtarından ihtiyar heyetine, bürokratından askerine kadar herkes Sarıkız’ın peşine düşer. Bunun üzerine Şevket, olaylar yatışana kadar Sarıkız’ı komşu köy Topuzlu’ya ‘sürgüne’ göndermeye karar verir. Ancak mesele büyüdükçe ilgili bütün kişiler kendilerini trajikomik bir hal içinde bulur. ‘Sürgün İnek’, 2009 yılında yaşanan bir olaya dayanıyor. O dönem gazetelere de yansıyan olayda, Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Kadiruşağı köyü sakinlerinden Gül Kılınç’ın ineği ‘Gülsüm’, köydeki Atatürk büstünü kırınca bütün köylüye soruşturma açılır. Bunun üzerine Gül Kılınç, başına bir şey gelir korkusuyla Gülsüm’ü komşu köydeki akrabalarına sürgüne gönderir. ‘Sürgün İnek’in senaristi ve müfettiş rolüyle filmde oynayan Serkan Öztürk, bu olayı 28 Şubat’ın baskı ve korku dönemine başarılı bir şekilde uyarlıyor. Sürgün inek Sarıkız’ın etrafında gelişen olayları absürt bir dille aktaran film, o dönemin paranoya hallerini, fişlenme korkusunu ve bunların bürokrasiye yansıyan ‘kraldan çok kralcılık’ reflekslerini mizahi bir dille anlatıyor. Her biriyle ayrı film çekilebilecek karakterler ve bir daha bir araya gelmesi hayli zor oyuncu kadrosu, filmin güçlü yanlarından. Senaryo, ilk yirmi dakikada beklenen patlamayı yapmakta gecikse de sonrasında yakaladığı durum komedisi ile seyircisini salondan eli boş göndermiyor. 17 yıl önce, küçük bir köyde yaşanan absürt olaylar silsilesini bir başka ‘sürgün dönemi’ sayılabilecek bugünden seyretmek hüzün veriyor insana. 28 Şubat’ın akıl dışı uygulamalarına işaret eden bir öyküyü mizahi bir dille izlerken, tarihe belki de ‘26 Şubat’ (kimine göre 17 Aralık) olarak geçecek başka bir süreci yaşıyoruz. Yıllar önce yaşananlar bütün absürtlüğüyle tekrar ediyor bugün; hatta ‘yarım kalan’ bazı işler, o dönemin ‘mağdurları’ tarafından tamamlanmaya çalışılıyor. Bir haftada üç kez sürgün edilen devlet görevlileri, 10 bine yakın memurun iki ay içinde ‘rutin’ sebeplerle yerlerinden edilmesi, gencecik çocukların sokak ortasında elbirliğiyle öldürülmesi, toplumun bir kesiminin mesnetsiz bir şekilde her gün en yüksek perdeden hedef gösterilmesi, iyice ayyuka çıkan fişlemeler, paranoya halleri, korku ve baskı atmosferi… Kim bilir, bugünlerin akıl almaz uygulamaları ve ‘sürgünleri’ de 15-20 yıl sonra beyazperdede karşımıza çıkacak ve biz seyrederken güleceğiz, ağlanacak halimize. Ancak ‘Askerin Türküsü’nde annesine “Geri döneceğim” diye bağıran Alyoşa’yı izlerken bildiğimiz gibi biliyoruz ki, ‘Sürgün İnek’, baskı dönemlerinin absürtlüğünü anlatan son film olmayacak.İŞTE HAFTANIN FİLMLERİ

21 Şubat 2014 Cuma

Kıyametin gölgesinde söylenen şarkılar

‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Reha Erdem’in en kişisel filmi. Bütünlükten uzak ve karmaşık bir öykü anlatan film, esasında inanma(ma) sancısının acı bir meyvesi. Acı olduğu kadar kıymetli bir meyve. Zira, Reha Erdem sinemasının bugüne kadarki en büyük eksik parçası.90’lardan itibaren yükselişe geçen ‘Yeni Türk Sineması’ birçok yetenekli yönetmenin yanında ustaları da çıkardı içinden. Şimdi tek tek isimlerini saymaya gerek yok ancak ‘ustalar’ içinden en sıra dışı olanı Reha Erdem’dir. Her filmiyle başka bir dünyadan seslenir seyirciye. Hem uzak hem yakındır filmleri; ne kadar yabancıysa bir o kadar sırdaş… Henüz, ‘Yeni Türk Sineması’ ifadesi zihinlerde bile gezinmezken o, 1988 yılında ‘A Ay’ı çekmişti. Her filmde dünyasını genişleten Erdem, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ ile bir kez daha şaşırtıyor. Şarkı Söyleyen Kadınlar, bir kıyamet atmosferinde anlatıyor öyküsünü. İstanbul’un adalarından birinde muhtemel bir deprem nedeniyle tahliye kararı alınır. Herkes adadan ayrılır ancak bir grup insan bu karara uymayarak kalmaya devam eder. Yavaş yavaş terk edilen adada kıyamet öncesi bir atmosfer hüküm sürerken hayat şartları iyice zorlaşır. Köpeğiyle birlikte yaşayan Mesut, ayrılmayanlardandır. Evin işleriyle ilgilenen Esma, bir gün ormanda yürürken karşılaştığı kimsesiz bir genç kadını eve getirir. Derken, Mesut’un oğlu Adem, evliliğinde yaşadığı sorunlar ve yakalandığı hastalık sebebiyle babasının evine sığınır. Adem’in de gelmesiyle olaylar giderek garip bir hal almaya başlar.MASALLARIN SAKLADIĞI‘Jîn’den kalma masalsı bir gerilim atmosferinde açılıyor ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’. Esma (Binnur Kaya), rüzgârlı bir gecede kırmızı peleriniyle ormanda ilerlemektedir. İnsan suretindeki kurtlar arasında kalan kırmızı başlıklı Jîn gitmiş, yerine ‘Kosmos’un şifacısıyla uzaktan akraba kırmızı pelerinli Esma gelmiş. ‘A Ay’dan bu yana, masalların sakladıklarını, yine masalların içinde gezinerek anlatıyor Reha Erdem. Vitrinde görünen masalın ardındakileri bulup çıkarıyor ve platformu ters çeviriyor; dolayısıyla masalların gözden kaçırmaya çalıştıklarıyla karşılaşıyoruz. Onun filmlerine her seferinde bu kadar şaşırmamızın bir sebebi de bu. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’da çok karakter görünse de aslında iki ana karakter var: Kadın ve erkek. Reha Erdem, bir kez daha, insanın bütün acziyetini erkeğin omuzlarına yüklüyor. Dünyaya gelmek için bir kadına ihtiyaç duyan erkeğin, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan yetişkinliğe geçmek için yine kadına muhtaç olduğunu fısıldıyor. Hatta Erdem’e göre, erkekliğin hoyratlığından uzaklaşıp çocuksuluğun saflığına ulaşması için de erkeğe ‘kadın eli’ değmesi şart. Reha Erdem için kadın ne kadar inanmaya yakın ise erkek de o kadar inkâra meyyal. Kıyamet atmosferinde geçen öykünün en temel meselesinin inanç olması bu yüzden. Bu yüzden kadınlar, erkeklerden uzak olduğu vakit daha özgür. Erkeği şüpheyle eşdeğer tutuyor Erdem. Erkek, hiç de şuh olmayan bir kadının üzerine çullandığı vakit, kadının “Yapma, beni Allah yarattı” demesi kadının inanmışlığıyla ilgili. Erkeğin cevabı ise acziyetin ve şüphenin göstergesi: “Peki, beni kim yarattı?”İNANMA(MA) SANCISIİki saate yakın izlediğimiz bütünlükten uzak ve karmaşık öykü, esasında inanma(ma) sancısının acı bir meyvesi. Acı olduğu kadar kıymetli bir meyve. Zira Reha Erdem, ilk defa bu kadar kişisel bir filmle çıkıyor seyircinin karşısına. Önceki filmlerinde uç veren fakat mecazlardan dolayı kendini tam olarak göstermeyen inanç meselesi ilk kez bu kadar net ve perdesiz bir şekilde ortaya dökülüyor. Hatta o kadar perdesiz ve filtresiz ki, ister istemez bir kafa karışıklığına sebep oluyor. Çünkü filmin kendisi bir kafa karışıklığının, inanma(ma) sancısının ürünü. Bir tarafta kıyamet öncesi gerilimli bir masal atmosferinde ilerlerken, diğer tarafta kutsal kitaplardan alıntı gibi duran, üstten bir yargıyla olayları seyreden bir dış ses size yön veriyor. Yönetmen, kendi düşünce dünyasını, daha ötesi ruh dünyasını tüm çıplaklığıyla perdeye yansıtıyor. Dolayısıyla filmi, Reha Erdem filmografisinde ayrıksı bir yere yerleştirmek makul gibi görünse de gerçekçi olmaz. Tam aksine, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Reha Erdem sinemasının bugüne kadarki en büyük eksik parçası. Bu film olmadan yönetmenin sinemasını anlamak ve tanımlamak eksik bir çaba olacaktır. Bu yönüyle ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Reha Erdem filmografisinin mütemmim cüzüdür. Reha Erdem’in sinema yolculuğu açısından durum böyle olsa da sinema açısından filmin hayli handikapları var. İçerik, tema ve atmosfer bakımından yönetmenin sinemasının işaretlerini taşıyan film, anlatım dili ve bütünlük konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyor. Başka bir deyişle, kekeme bir film Şarkı Söyleyen Kadınlar. Bu kekemelik, sinema anlamında bir zaafın işareti; fakat filmin ‘inanma(ma) sancısı’yla kurduğu güçlü ilişkiyi düşününce kekemelik kaçınılmaz. Hasıl-ı kelam; seveni az, sevmeyeni çok bir film olacak ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’. Reha Erdem’in kişisel yolculuğunu ve sinemasını çözmek için ise kilit bir film.

14 Şubat 2014 Cuma

Aşk imiş ‘Her’ ne var ise âlemde

Beş dalda Oscar’a aday olan ‘Aşk / Her’, bir insan ile bilgisayar yazılımı bir ses arasındaki duygusal ilişkiyi konu alıyor. Alışılmışın dışında bir gelecek atmosferi çizen filmin aşk ve insana dair söyledikleri ise zayıf kalıyor.Türkçenin en çok iğdiş edilen kelimelerinden biri aşk. Özellikle son yıllarda aşkın suyunu çıkardılar! Çok satan ya da az satan kitapların yarıya yakınına isim seçilirken hep bu kelime kullanılır oldu. Hele bir de uyduruk terkipler ile manayı öldürenler var ki, Allah semtimizden uzak eylesin. Spike Jonze’nin yönettiği ve beş dalda Oscar’a aday olan ‘Her’ filminin ‘Aşk’ adıyla Türkiye’de gösterime girmesi bu furyadan sayılabilir mi, emin olmak zor. Zira, filmin göbeğinde tuhaf bir aşk hikâyesi var, diğer taraftan ticarî açıdan ‘yerinde’ bir kararla bugün gösterime giriyor. ‘Aşk’ filmi, bir insan ile bilgisayar yazılımı bir ses arasındaki duygusal ilişkiyi konu alıyor. Tanımadığı insanlara başkaları adına mektup yazarak hayatını kazanan Theodore, karısından boşanmak üzere olan tek başına yaşayan bir adamdır. Ara sıra yan komşuları Amy ve Charles ile ayaküstü konuşur, o kadar. Hayatındaki yalnızlığı gidermek için Samantha adlı bir bilgisayar yazılımı ile ‘tanışır’. Sezgisel ve duygusal özelliklere sahip gelişmiş bir işletim sistemi olan Samantha, sadece sesli iletişime geçtiği kalbi kırık Theodore’un ilgisini çeker. Ancak ikilinin sesli iletişimi geliştikçe olaylar farklı bir hal alır.BEN SENİ HİÇ SEVMEDİM KİSpike Jonze, dördüncü uzun metraj filmi ‘Aşk’ta, etkileyici bir gelecek atmosferi sunuyor. Filmin, aşk ve insan üzerine söylediklerinden ziyade oluşturduğu bilim-kurgu evreni daha dikkat çekici. Alışılageldiği üzere insanı ürküten bir atmosfer yerine hemen herkesin isteyebileceği, ‘beklenen’ bir gelecek çiziyor. Yazılım teknolojisi açısından bugünlerde arzu ettiğimiz bir gelecek çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla, sokakta yürürken gözünü ‘akıllı’ telefon ya da tabletten ayırmayan günümüz insanının içine düştüğü ‘tuhaf’ durum, yerini bu tür şeylerin göze batmadığı bir dünyaya bırakıyor. Hatta Theodore, kız arkadaşım diye bahsettiği Samantha’nın bir bilgisayar yazılımı olduğunu söyleyince komşuları “Tamam, onu da getir pikniğe” diyebiliyor. Esasen bu durum, nice bilim-kurgu filminde tasvir edilen distopik gelecekten daha ürkütücü. Ne var ki film, bu dünyayı sadece arka fon olarak kullanıp daha basit bir şeyin peşine düşüyor. Romantik komedi olmadığı halde, romantik komedi filmlerinin klişesine sığınıyor: “Aradığın aşk, yanı başında!” Bütün o ilgi çekici gelecek atmosferi, insanın içine düştüğü ‘yalnızlık sendromu’ ve iletişimsizlik vurgusu böylesine basit bir söyleme feda ediliyor. Oyunculuklar bahsinde, Oscar’a aday olan Joaquin Phoenix, hepi topu üç insan yüzü görünen filmin yükünü başarılı bir şekilde taşıyor. Ancak Matthew McConaughey ve Leonardo DiCaprio’nun performanslarının yanında pek şansı yok. Spike Jonze’nin senaryosu ise bu naif söylemiyle Akademi’nin gönlünü çelebilir. ‘Aşk’ın talihsizliği, ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ filmiyle aynı hafta gösterime girmesi. İki filmin ‘modern zamanlarda aşk’ bahsinde söylediklerine bakınca sıklet farkı ortaya çıkıyor. ‘Aşk’, doğrudan doğruya teknolojiyi hedef alarak, onu gerçeklik sanrısı veren bir ‘düşman’ gibi gösteriyor. Kökü geçmişe uzanan, günümüzden bir ‘Adam & Eve’ öyküsü anlatan ‘Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’ ise teknolojiyle değil modern zamanlar ve o zamanın ‘çocuklarıyla’ problem yaşıyor. Başka bir deyişle, bütün naifliğine rağmen Theodore, Adam ve Eve’in acıyarak baktığı insanlardan biri! Esasında ‘Aşk’ın modern zamanlar ya da teknoloji ile bir derdi yok, sadece “Bakın gelecekteki halimiz bu; gelin birbirimizle iletişime geçelim” gibi hayli düz bir söylemin peşinde. Jarmusch ise bir şeyler söylemek için makinelerle donanmış bir geleceğe gitmeye gerek olmadığını, günümüzde durup şöyle bir etrafa bakmanın yeterli olacağını söylüyor. Hatta daha fazlasını: Eskiden âşık olmak bile insaniydi, şimdi ise insanla ilgili ne varsa hepsi yüzeysel! Daha karamsar fakat daha çarpıcı; üstelik ‘Aşk’ın peşinden koştuğu ‘gerçekliğe’ daha uygun.HAFTANIN FİLMLERİ

7 Şubat 2014 Cuma

Artık ne yaşım var, ne adım

Disney’in 1964 yapımı ‘Mary Poppins’ filminin yapım hikâyesini anlatan ‘Saving Mr. Banks’, derinlikli bir yaklaşımla ana karakterinin ‘çocukluğuna iniyor’. Emma Thompson’un üst düzey bir oyunculuk sergilediği film, Oscar ödüllerinde gözden kaçsa da seyirciyle güçlü bir bağ kuruyor.86. Oscar Ödülleri’nde en iyi film dalında yarışan ‘büyük’ yapımlar arasında kaybolup giden ‘küçük’ bir film ‘Saving Mr. Banks’. Kaybolup gidiyor, çünkü yirmi küsur dalda verilen Oscar’a sadece şarkı dalında aday gösterildi. Dolayısıyla ödülleri dağıtan Akademi’nin de küçümsediği bir film. Muhtemelen, hikâyenin dramatik ‘ağırlığı’ az bulunmuş veya ana karakter makbul miktarda ‘arızalı’ görülmemiştir. ‘Saving Mr. Banks’, Disney’in klasik filmi ‘Mary Poppins’in (1964) beyazperdeye taşınma hikâyesini anlatıyor. Kızlarının en sevdiği kitap olan Mary Poppins’in filmini yapmak isteyen Walt Disney, onlara verdiği sözü yerine getirmek için kitabın yazarı P.L. Travers’ın kapısını aşındırır. Ancak çocukluğundan esinlenerek yazdığı Mary Poppins’teki Banks ailesini gözü gibi sakınan Travers, uzun süre bu teklifi kabul etmez. Nihayet, avukatının zorlaması ve maddi durumunun da kötüye gitmesiyle 20 yıl sonra Disney’in teklifini kabul eder. Ancak P.L. Travers, Hollywood stüdyolarının hiç de alışık olmadığı şartlar öne sürer: Oyunculardan kostümlere, mekândaki perdelerden diyaloglardaki kelimelere kadar filme müdahale eder. Dahası, film ekibiyle yaptığı bütün konuşmaların bant kaydına alınmasını ister.‘KADIN DÜŞMANI’NA KARŞI KADIN YAZAR!‘Saving Mr. Banks’, geçtiğimiz ay ABD sinema çevrelerinde Meryl Streep’in yaptığı bir konuşma vesilesiyle gündeme gelmişti. National Board of Review’ün ödül töreninde, bu filmdeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü alan Emma Thompson’u takdim etmek için kürsüye gelen Streep, tarihe geçecek bir konuşma yaptı. Yaklaşık 10 dakika süren bu ‘takdim’de Emma Thompson’un oyunculuğuna hayranlığını dile getirirken Walt Disney’i ağır bir şekilde eleştirdi. Ünlü yapımcıyı ‘Geri kafalı bir cinsiyetçi’ ve ‘Yahudi karşıtı bir ırkçı’ olarak tanımlayan Streep, Disney’i ‘kadın düşmanı’ ilan etti. Gerçi, Disney’in kadınlara karşı negatif ayrımcılık yaptığı Hollywood çevrelerinin malumuydu ancak ilk defa Meryl Streep seviyesinde A sınıfı bir oyuncu tarafından bu iddialar yüksek sesle dile getirilmişti. ‘Saving Mr. Banks’, Disney yapımı olduğu için P.L. Travers’a odaklanarak, Walt Disney’in bu yönünü gündeme getirmiyor. Travers’ın inatçı ve uzlaşmaz yapısını altı kalın çizgilerle vurgulamayı ise ihmal etmiyor. Gerçi, sağlığındayken Travers, Disney’e gereken cevabı net bir şekilde vermiş. Bazı uyarılarının dikkate alınmadığını gören ve çekilen filmi beğenmeyen Travers, toplamda sekiz kitaptan oluşan serinin sonraki kitaplarının filme uyarlanmasına izin vermemiş. Nitekim filmde bu konuya da değinilmediği gibi Travers’ın filmi beğendiği şeklinde yorumlanabilecek bir sahneye yer veriliyor.‘KUSURSUZ DÜNYA’ VAR MIDIR?İşin yönetim kısmına gelirsek, John Lee Hancock, 1993 yapımı ‘Kusursuz Dünya’ filminin senaristi olarak duyurmuştu adını. Clint Eastwood’un yönettiği filmde Kevin Costner başroldeydi. ‘Kusursuz’ bir aile ortamından kötü bir karakterin eline düşen bir çocuğun ‘gerçek dünyayı’ öğrenmesini anlatan filmden yıllar sonra John Lee Hancock, bu kez yönetmen koltuğuna oturarak kusurlu bir kadının ‘çocukluğuna iniyor’. P.L. Travers, kusurlu dünyadan hayallerin kusursuz dünyasına kaçarak hayatını yaşar. Mary Poppins adlı dadı da haddizatında (Filmin Türkiye’de gösterilen adıyla) ‘Gökten İnen Melek’tir. Banks ailesine huzur getiren Mary Poppins, aslında yazarın bütün çocukluğu boyunca beklediği fakat bir türlü çıkıp gelmeyen ‘iyilik meleği’dir. Dolayısıyla Banks ailesinin ve Mary Poppins’in filmini yaparken bu denli titizlenmesi boşuna değil. Zira kendi çocukluğu, bir başka deyişle geçmişi söz konusudur. ‘Saving Mr. Banks’, alabildiğine Freudyen bir yaklaşımla P.L. Travers’ı psikanalitik çözümlemeye tabi tutuyor. Senaryo, Travers’ı incelerken takındığı titiz tavrı Walt Disney’den esirgiyor. Tom Hanks’in de katkılarıyla Disney, sevimli ama yüzeysel bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. ‘Saving Mr. Banks’, bir kitabın sinemaya uyarlanmasını konu alırken, hikâyenin merkezine baba-kız ilişkisini koyuyor ve bütün bir insan ömrünü etkileyebilme potansiyeliyle çocukluğun ne kıymetli bir ‘hazine’ olduğunu üstüne basa basa söylüyor. Komedi ve dram özelliğini başarıyla harmanlayan yapım, takıntılı bir İngiliz yazar ile her istediğini elde etmesiyle meşhur ‘hırslı’ Amerikalı yapımcı üzerinden de klasik İngiliz-Amerikan zıtlığı, zihniyet ve iş disiplini farklılığı üzerine eğlencelik detaylar da sunuyor. Filmin başkaraktere yaklaşımı Sezai Karakoç’un dizesiyle örtüşüyor: “Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun”. Genel yaklaşım böyle olsa da, bir bakıma ‘çocukluğunu satan’ P.L. Travers’ın durumu Cahit Sıtkı’nın dizelerine daha uygun: Artık ne yaşım var, ne adım...