28 Mart 2014 Cuma

Bana hayatı anlat meddah

Uzun süredir vizyona girmek için bekleyen, birkaç defa gösterim tarihi ertelenen ‘Meddah’ filmi, nihayet sinemalarda. Batur Emin Akyel’in ilk uzun metraj filmi kayıp bir hayatı anlatıyor. Vaat ettiği naif hikâye ile seyircisini buluşturan Meddah, yaşlı bir adamın geçmişte yaptığı hatalar üzerine giriştiği çetin bir muhasebeyi konu alıyor.Uzun süredir vizyona girmek için bekleyen, birkaç defa gösterim tarihi ertelenen ‘Meddah’ filmi nihayet sinemalarda. Kayıp bir hayatı anlatıyor ‘Meddah’. Ne var ki, onu yaşayan için uzun süre şaşaalı geçen bu hayatın kaybedildiği ancak ömrün son demlerinde anlaşılıyor. Tam da insana yaraşır bir durum. Bir dönemin ünlü tiyatro oyuncusu Aziz’in yaşlılık hallerine tanıklık ediyoruz. Şöhretinin zirvesindeyken ailesine sırt çeviren Aziz, kariyerinin ‘emeklilik’ döneminde AVM’lerde meddahlık yaparak geçimini kazanmaya çalışır. Meddahlıktan kazandığı parayla ancak otel parasını karşılayabilmektedir. Ona sahip çıkan Veli’nin organize ettiği küçük çaplı bir tiyatro grubuyla da ara sıra turneye çıkar. Aziz Bey, yıllar evvel ailesine yaptıklarından dolayı içindeki vicdan azabını dindirmek için son kez bir turneye dâhil olur ve Ayvalık’ın yolunu tutar. Karşılıklı açılan dönerciler gibi bazı caddelerde birer ikişer önümüze çıkıveren AVM’lerden bir sahne ile açılıyor ‘Meddah’. Bu sahne, meddah Aziz Bey’in artık zamanının dolduğunu acı bir şekilde gösteriyor. “Haayy Hak! Râviyân-ı ahbâr ve nâkilân-ı esrâr zikrederler ki...” diye başlıyor Aziz Bey. Haliyle, ‘yeni nesil’ çocukların ilgisi daha ilk dakikadan dağılıveriyor. ‘AVM çocukları’, meddahtan sonra çıkacak palyaçoyu bekliyor hevesle. Anne-babalardan bazıları ise tatlı bir çocukluk hatırası olarak ilgiyle takip etmek istiyor ama nafile. ‘Çocuk-erkil’ toplum olmaya doğru koşar adım yol alan AVM insanları da birkaç dakika sonra palyaço çıksın da çocuklar rahatlasın diye düşünüyor. Acıklı bir durum...BİR ÖMR-İ HEDER!Meddah’ın açılış sahnesi, Aziz Bey’in trajedisinden çok daha fazlasını söylüyor. Biraz ileri gidersek, Yavuz Turgul sinemasında tecessüm eden, ‘değerler üzerinden geçmiş-gelecek mukayesesi’ için verimli bir alanı var Meddah’ın. Diğer taraftan, Aziz Bey karakteri, zaman zaman haber bültenlerinde hüzünlü bir müzik (genellikle Soner Arıca’nın ‘Kusursuz Aşk’ı) eşliğinde gördüğümüz, bir zamanların ünlü oyuncularının içine düştüğü ‘acıklı’ durumu akla getiriyor. Zira Aziz Bey, bir dönemin en meşhur oyuncularından. Hikâye, rahatlıkla yürüyebileceği bu iki geniş yolu tercih etmiyor. ‘Meddah’ın gittiği yol, reddettikleri kadar geniş ve ferah değil. Dolayısıyla hikâye bir süre sonra daralıyor ve yol bitiyor. Finaldeki baba-kız buluşmasına gelene kadar senaryonun kıvranması bu yüzden. Ana mevzuya girene kadar, tali mevzuların peşinde fazlaca vakit kaybediyoruz. Öyle ki, bu tali mevzular filmin esas malzemesi oluyor. Aziz Bey’in ‘eski’ hayranları, tiyatro sevdalıları, turne grubu içindeki anlaşmazlıklar derken meselesinden uzaklaşıyor film. Bu ‘doldurma’ mevzular ve diyaloglar, beklendiği yahut amaçlandığı gibi senaryonun yan hikâyeciği işlevini kazanamıyor. Bilakis filme vakit kaybettiriyor. Bu durumda elimizde, başroldeki usta tiyatrocu Münir Canar’ın performansı ve yakalanan güzel kadrajlar kalıyor. Vaat ettiği naif hikâye ile seyircisini buluşturan Meddah, senaryosunun alanını genişletememesi, anlatımdaki ritim sorunu, gereksiz yan hikâyeler üzerinde fazlaca durması ve Aziz Bey haricinde karakterlerini derinleştirememesi sebebiyle vasatı yakalamaktan uzak kalıyor.

21 Mart 2014 Cuma

Her şey sanat için

Hollywood, tarihin tozlu sayfalarında kalan ayrıntıları gün yüzüne çıkarıp parlatmayı seviyor.Her ne kadar, bunu yaparken Amerikanvari bir gösteriş, abartı ve bazen de deformasyona başvursa da, yapılanın bir nevi ‘amme hizmeti’ olduğunu söyleyebiliriz. Dünya tarihinin genel hatları üzerindeki duraklardan birinin koridorları arasında dolaşıp bilgi sahibi olma imkânı sağlıyor. Bunun yan etkileri de yok değil. Eğer izlediğiniz filmi tek kaynak kabul edip “Aaa, böyle mi olmuş?” diyerek kendinizi tümüyle teslim ederseniz tarihi yanlış öğrenme ihtimaliniz bir hayli fazla. George Clooney’nin yönettiği ‘Hazine Avcıları / The Monuments Men’, 2. Dünya Savaşı’na dair daha önce anlatılmamış bir öyküyü perdeye taşıyor. Film, müze yöneticisi, mimar ve sanat tarihçisi gibi farklı alanlardan gelen ve askerlikle hiç alakası olmayan sanat uzmanı yedi kişinin, dünyaca ünlü eserleri Nazilerin elinden kurtarmasını anlatıyor. Bin yıllık kültürel birikimin yok olmasını engellemek için, ‘hazine avcıları’ canlarını tehlikeye atar. Bu ekibe ‘içeriden yardım’ ise bir Nazi subayının sekreteri olan Claire Simone’dan gelir. Film, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’a verilen bir brifing ile başlıyor. Vermeer’den Da Vinci’ye, Monet’den Rembrandt’a kadar dünyaca ünlü ustaların paha biçilemez eserlerinin kurtarılması gerektiği anlatılıyor. Eisenhower da ‘her şey sanat için’ diyerek bunu kabul ediyor ve sanat uzmanlarından oluşan bir ekip kurdurup Avrupa’ya gönderiyor. Seyirci için filmin anlattıklarına teslim olup olmama imtihanı burada başlıyor. Robert M. Edsel ile Bret Wittel’in kitaplarından uyarlanan film, sadece bir ekip varmış ve bu ekip de ABD tarafından kurulup organize edilmiş gibi anlatıyor olayı. Ne var ki, Eisenhower’ın böyle bir direktifi olsa da, tarih tam olarak böyle cereyan etmiyor. Filme kaynaklık eden kitaplar ile bu tarihi olayı belgeleri ve fotoğraflarıyla ortaya koyan -filmden bağımsız- monuments.com internet sitesi öyle demiyor.VERMEER’İ KURTARMAK!Doğrusu, benim merakım da filmin geçtiğimiz ay 64. Berlin Film Festivali’nde düzenlenen galasında ‘gerçek hazine avcısı’ olarak film ekibiyle birlikte sahneye çıkan 88 yaşındaki Harry Ettlinger’i görünce depreşti. O operasyona dâhil olup hâlâ hayatta olanlardan biri Ettlinger. 2. Dünya Savaşı sırasındaki sanat eserlerini kurtarma organizasyonu, 13 farklı milletten 345 kadın ve erkeğin yer aldığı önemli bir operasyon aslında. Özellikle, 15 Şubat 1944’te Roma yakınlarındaki 1400 yıllık Monte Cassino Manastırı’nın, içindeki eserlerle birlikte harap edilmesi, sanat eserlerini kurtarma faaliyetlerini daha da önemli hale getirir. Bugün Avrupa ve ABD’deki dünyaca ünlü birçok müzedeki sanat eseri (özellikle tablo ve heykeller) bu kurtarma operasyonu sayesinde ziyaret edilebiliyor. Hal böyleyken, George Clooney’nin bu tarihi olayı, bir grup gamsız ama kahraman olmaya müsait Amerikalının, bir Fransız ve İngiliz’i de yanlarına alarak giriştikleri eğlenceli bir Avrupa seyahati gibi anlatılması başlı başına bir handikap. Filmin ihtiyaç duyduğu dramatik ve ‘sanatsal’ ciddiyet, bu yaklaşımdan dolayı büyük bir yara alıyor. Diğer taraftan, dramatik yapının ağır basmaması için bu küçük ekibin kendi arasında mizahi durumlar yakalanmaya çalışılmış. Fakat bu mizah arayışı bir hali sakil kalıyor, yer yer de sıkıcı bir hal alıyor. Bu kararsızlık hali, film boyunca tekrar ediyor. Böyle olunca film, ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ ile ‘Ocean’s Eleven’ karışımı vasat ve garip bir ‘ucube’ olup çıkıyor. Teknik olarak, görüntü ve sanat yönetimi ile set tasarımında sorun yaşamayan film, senaryo ve yönetmenlikteki sıkıntılarını oyunculukta da dışa vuruyor. Matt Damon, Bill Murray, Jean Dujardin ve John Goodman sanki Clooney’nin hatırına, istemeye istemeye oynar gibi, sadece ‘görevlerini’ yaparak rölanti bir oyun sergiliyor. Haliyle, ortaya vasat bir seyirlik çıkıyor.

14 Mart 2014 Cuma

Karabağlı gazilerin hikâyesi film oldu

Başrolünde Ayna grubunun solisti Erhan Güleryüz ve Tuğçe Kazaz’ın oynadığı “Kafkas” filminin Londra prömiyeri, dünyaca ünlü filmlerin gala ve özel gösterimlerine ev sahipliği yapan İngiliz Film ve Televizyon Akademisi’nde (BAFTA) önceki akşam yapıldı. Karabağ Savaşı’nı anlatan Kafkas, Türkiye’de nisan ayında gösterime girecek.Londra, son zamanlarda Türk yönetmenler için dünyaya açılan bir kapı haline geldi. Yılmaz Erdoğan ‘Kelebeğin Rüyası’ filminin Türkiye dışındaki galasını Londra’da yaparken Çağan Irmak da yeni filmi ‘Tamam Mıyız?’ı Londra CinemasterUK tarafından Odeon Lee Valley’de yapmıştı. Sanatçı Erhan Güleryüz ise ilk defa yönetmen koltuğuna oturduğu ‘Kafkas’ filminin galasını önceki akşam Londra’da yaptı. İngiliz Film ve Televizyon Akademisi’nde (BAFTA) yapılan galaya, Londra Büyükelçisi Ahmet Ünal Çeviköz, Azerbaycan Londra Büyükelçisi Fahrettin Kurbanov ve Azerbaycan milletvekili Ceyhun Osmanlı da katıldı. Filmin senaryosunu da kaleme alan Erhan Güleryüz, gerçek bir hikâyeden yola çıkmış. Erhan Güleryüz’ün yanı sıra Tuğçe Kazaz, Hasan Kaçan ve Koray Mincinözlü’nün oyuncu kadrosunda yer aldığı film, Azerbaycan’daki Karabağ Savaşı (1988-1994) sırasında aldığı kurşun yarasının kendisini ölüme götürdüğünü öğrenen müzisyen ‘Hazar Kafkas’ın yaşadıklarını anlatıyor. Güleryüz’ün adım adım ölüme yaklaşan müzisyen Hazar’ı oynadığı filmde, Hazar’ın âşık olduğu ilkokul öğretmeni ‘Nehir’ karakterini ise Tuğçe Kazaz canlandırıyor. Erhan Güleryüz’ün ilk sinema deneyiminde en büyük destekçisi, bir düşünce kuruluşu olan Hazar Strateji Enstitüsü (HASEN). Müzik dünyasından sinemaya geçen isimlerin bir koltukta üç karpuz taşımasına alışkınız. Güleryüz de bu geleneğe uyanlardan. Yönetmenlik ve oyunculuk kabiliyetlerine müziğini de ekleyen sanatçı, filmde o döneme ait gerçek görüntüler de kullanıyor. Karabağ Savaşı’ndan görüntülerin yer aldığı açılış sahnesi, Budapeşte Senfoni Orkestrası’nın müzikleriyle etkisini iyice artırıyor. Savaş ve göç sahneleriyle başlayan film, Karabağlı bir gazinin Türkiye’ye uzanan hayat mücadelesini aktarıyor. İleri ve geriye dönüşlerle farklı zamanlara gidip gelen kurgusu, filmin anlaşılmasını ilk başta biraz zorluyor. Çekimleri İstanbul Büyükçekmece ve Azerbaycan’da Şemkir’in bir köyünde yapılan filme haliyle Azeri vatandaşların ilgisi büyük oldu. Salonun büyük bölümü İngiltere’nin uzak şehirlerinden gelen Azeri öğrencilerle doluydu. Gala öncesi konuşan Azerbaycanlı milletvekili Ceyhun Osmanlı, uzun zamandır o dönemi anlatan bir film yapmak istediklerini söyledi. Osmanlı, filmin senaryosunu okuduğunda hemen Erhan Güleryüz’ü arayıp onu Bakü’ye davet etmiş. Amerikan filmlerini andıran bir girişle başlayan filmi baştan sona kadar izlemek için sizi tutan bir şeyler var. Güleryüz filmde zaman zaman kendisiyle dalga geçerek izleyiciyi güldürüyor. Örneğin yıllar sonra müzik hayatına dönen Kafkas’ın o sektöre ayak uyduramaması, kasetinin ilk başlarda satmamasını izlerken Güleryüz’ün kendi albüm fotoğrafı görünüyor perdede. Ayrıca, yıllardır siyah gözlüklerini çıkarmayan sanatçı, Kafkas’ta gözlüksüz haliyle çıkıyor seyircinin karşısına. Film, Londra galasının ardından 31 Mart’ta Berlin de de gala yaptıktan sonra Bakü, İstanbul ve Ankara’da izleyiciyle buluşacak. Nisan ayında Türkiye’de vizyona girmesi planlanan ‘Kafkas’ın müzikleri de Erhan Güleryüz imzasıyla yayımlanacak.