25 Nisan 2014 Cuma

Ah şu babalar ve oğulları!

İnanılmaz Örümcek Adam 2, genel izleyiciden ziyade çizgi roman hayranlarını memnun edecek özelliklere sahip. Çizgi roman serisinin sıkı bir takipçisi olan yönetmen Marc Webb, Örümcek Adam’ın dünyasına sadık kalmaya devam ediyor.Örümcek Adam’ın başına ‘inanılmaz’ sıfatı getirilerek yeniden seyircinin önüne çıkarılması, çizgi romanın hayranları haricinde pek az sinemaseveri heyecanlandırmıştır. Nitekim, Peter Parker’ın nasıl örümcek adama dönüştüğünü bir kez daha anlatan İnanılmaz Örümcek Adam, “biz bu filmi görmüştük” hissiyatını tetiklemişti. Bugün gösterime giren ikinci film ise genel seyirciden ziyade çizgi romanın hayranlarını memnun edecek nitelikte.İnanılmaz Örümcek Adam 2, Peter Parker’ı üniversiteden mezun ediyor. Sam Raimi’nin 2002-2007 arasında üç film olarak çektiği ilk seriden sonra 2012’de başlayan ‘inanılmaz’ serisinin ikinci adımında öyküye Örümcek Adam’ın kadim düşmanı Electro dâhil oluyor. Ayrıca, ilk seride Willem Dafoe’nin oynadığı Norman Osborn’un, yani ‘Yeşil Cin’in oğlu Harry de topa girip babasının ‘goblin’ mesleğini sürdürüyor. Yeni seride biraz daha duygusallaşan Peter Parker’ın Gwen Stacy ile ilişkisinde önemli bir kırılma gerçekleşir. Bir taraftan köklerini aramaya devam eden Peter, babası ve onun araştırmaları hakkındaki gerçeği öğrenir. Ve Peter, süper kahraman olma yolunda en büyük dersini alır: Yaptığı iyiliğin bedelini, sevdikleri kaybederek ödemek!İki yıl önceki ilk filmden sonra Marc Webb, bir kez daha yönetmen koltuğuna oturuyor. Sıkı bir Örümcek Adam hayranı olan Webb, Peter Parker’a ve onun evrenine kendi yorumunu katmaktan kaçınıp, çizgi romana sadakat yolunu tercih ediyor. Sam Raimi’nin sarsak Peter’ından farklı olarak, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kahraman olmanın getirdiği sorumluluklarla yüzleşen bir Örümcek Adam portresi sunuyor seyirciye. Bunu yaparken meselenin teknik ve görsellik yönüne her şeyden daha fazla önem veriyor. Üç boyutun da desteğiyle izleyiciyi Örümcek Adam’ın omuzlarına alıp gökdelenlerin tepesinde gezdiriyor. Yönetmen cephesinde durum böyle olsa da senaryo, Örümcek Adam’ın köklerine inmeye devam ediyor. İlk filmde olduğu gibi, ikinci adımda da perde Peter’ın babasıyla açılıyor. Genetik araştırmalar yapan bilim adamı babasının mirasını taşıdığını öğrenen Peter’ın yanı sıra onun çocukluk arkadaşı ve yeni düşmanı Harry Osborn’un babasıyla ilişkisi de işin içine girince hikâyenin ana damarı tipik bir ‘babalar ve oğullar’ meselesi olup çıkıyor. Malum, insanoğlu sınırlı ömrüne sığdıramadığı sonsuz isteklerinden bir kısmını, tamamlanmamış bir görev gibi evladının sırtına yüklüyor. ‘Yüklenici’ bireyin kişiliğini bazen bir uçtan öbür uca savuran bu tutum, annelerden çok babalarda görülüyor. Aslında Harry de Peter da babalarının mirasını yüklenen iki evlat. Bu miras, birini kahraman yaparken diğerini kötü adamlığa sürüklüyor...‘KESERİM ELEKTRİĞİNİZİ!’Electro’nun hikâyesi ise ne kadar çabuk başladıysa o kadar çabuk sona eriyor. Örümcek Adam’ın en güçlü düşmanlarından Electro’nun saman alevi gibi parlayıp sönmesi muhtemelen çizgi roman hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir ara “Bana Örümcek Adam’ı getirin, yoksa keserim elektriğinizi” seviyesine kadar düşen Electro’yu Oscar ödüllü Jamie Foxx ‘adam ediyor’. Foxx, karakterin dışlanmışlığını ve derinlerdeki kompleksini başarıyla ortaya çıkarıyor. Bu tür yapımlarda ‘yan sanayi’ ürünlerin satışı için mutlaka öyküye dahil edilen, süper kahramana hayran çocuk tipi de finalde ortaya çıkıyor. İnanılmaz Örümcek Adam 2, genel izleyiciden ziyade çizgi roman hayranlarını memnun edecek özelliklere sahip. Bunun en önemli sebebi, filmin karakterin dünyası dışında hiçbir şeye referansta bulunmaması. Malum, bu tür filmler, ABD ve dünya ahvaline dair büyük laflar eder, karakterler üzerinden konjonktüre uygun göndermeler yapar. Bu alana meyletmeyenler ise hiç olmazsa evrensel anlamda insan olma, yahut gündelik hayata dair ‘felsefi’ söylemlere girişir. Bir kısmı da mizahı önemli bir koz olarak kullanır. İnanılmaz Örümcek Adam 2, bu üç damarı da görmezden gelerek sadece çizgi romanın ve Peter Parker’ın dünyasına odaklanıyor. Başka bir deyişle kendi çalıp kendi oynuyor...

18 Nisan 2014 Cuma

Cübbeni çıkar da gel!

33. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde yer alan ‘İtirazım Var’, bugün gösterime giriyor. Onur Ünlü imzalı filmde, dedektifliğe soyunan sıra dışı bir cami imamının öyküsü anlatılıyor. Polisiyenin klasik kalıplarına sadık kalan film, polisiye yönüyle yabancı, söylemleri itibarıyla yerli bir yol izliyor. Sinema anlamında ise tatmin edici olmaktan uzak.Onur Ünlü, polisiyenin kalıplarına sadık kaldığı ‘İtirazım Var’ filmini bir cami imamının etrafında şekillendirmekle kalmıyor. Filmin açılış sahnesinde cami içi görüntülere bindirilmiş Şah Hatayi deyişi ile de başka bir tartışma zemini aradığını gösteriyor. Bağlama çalan bir ‘Diyanet imamı’nın (Serkan Keskin) sesinden dinlediğimiz bu Alevi deyişi, imamın satranç merakıyla kesintiye uğruyor. Derken, namaz sırasında cemaatten biri cinayete kurban gidiyor. Fakat bir süre sonra anlaşılıyor ki, maktul bir tefeci, yani ‘faiz lobisi’nden! Hikâye şöyle:Gençliğinde boks eğitimi almış, askerliğini komando olarak yapmış, yüksek lisansını antropolojiden bitirmiş, satranç tutkunu ve bağlama çalan imam Selman Bulut’un görev yaptığı camide bir cinayet işlenir. Selman Bulut, polisin pek de ilgilenmediği cinayeti çözmek için kolları sıvar. Başta, caminin müezzini Efrahim olmak üzere herkes şüphelidir; imam da polisin şüphelisi... Selman Bulut, cinayeti çözmek için yeteneklerini kullanarak dedektifliğe soyunur.‘İtirazım Var’, Onur Ünlü’nün 10 film olarak planladığı Milli Cinayet Koleksiyonu serisinin üçüncü filmi (diğerleri ‘Polis’ ile ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’). Polisiyenin klasik kalıplarına sadık kalan yönetmen, doğrudan Sherlock Holmes’u referans vererek yolunu çiziyor. Hatta, BBC dizisi ‘Sherlock’un müziklerinden tınılar kullanarak bu algıyı pekiştiriyor. Ancak Selman Bulut karma bir karakter; sinema ve televizyondan aşina olduğumuz tüm dedektiflerden bir parça var. En önemli özelliği ise yerli olması.DİYANETİN Mİ ELİAÇIK’IN MI İMAMI?Filmde olayların hızlıca ve biraz da yalap şap olup bitmesi, artık alıştığımız Onur Ünlü tarzından kaynaklanıyor. Yönetmenin bir türlü bırakamadığı ‘klip hastalığı’ ise bir başka handikap; ama arabesk damarımızı da beslemiyor değil! Sinema anlamında pek tatmin etmeyen filmin esas kıymeti ise ülkemizdeki dindarlık hallerine dair söylediklerinde yatıyor. Ne var ki bunu yaparken, alabildiğine geniş bir alanı olan dinin yorumu içinde İhsan Eliaçık’ın sosyalist/antikapitalist Müslümanlık anlayışını referans alarak elini zayıflatıyor. Haliyle, meyhanede ‘Bismillah’ deyip -kerhen- içki içen imam Selman Bulut, birkaç sahne sonra fıkıh hakkında ahkâm kesince bir karikatür malzemesi oluveriyor! Son birkaç ayda medya ve siyasete yansıyan halleriyle erozyona uğrayan Müslümanlık anlayışının karşısına İhsan Eliaçık’ın sosyalist İslam’ını koymak ve meselenin bu şekilde düzeleceğini ümit etmek Onur Ünlü için bir çözüm olabilir. Ancak bu taraftan bakınca ‘al birini vur öbürüne’den başka bir şey görünmüyor.İtirazım Var, açılış sahnesinden başlayarak, şimdiye kadar hep ‘minder dışından’ sinemaya aksetmiş memleket meselelerini mindere çekiyor. Bunu yaparken olabildiğince iyi niyetli, saygılı ve ölçülü; ama asla çekingen değil. Sözünü hiç sakınmıyor; lafı ağzında geveleyip eğip bükmeye çalışmıyor. Diyanet-dindarlık meselesine dair yaptığı ve seyirciyi güldüren incelikli göndermeler, esasen insanın içini acıtan, ‘kan kusturan’ dertlerimiz. Doğrusu, sıra dışı imam Selman Bulut özelinde perdeye yansıyan bu dertlerin, asıl muhataplar yani memleketteki Müslümanlar nezdinde ne denli geçer akçe olduğu belirsiz. Yolsuzluğun, yalanın, iftiranın, konformizmin, toplumun bir kesimini şeytanlaştırıp hedef göstermenin, kendinden başkasını yok saymanın sıradanlaştığı bir ‘muhafazakârlaşma’ ortamında Selman Bulut’un etkisinin sarsıcı olması beklenirdi. Ne var ki, bir hayli naif kalıyor. Zira filmdeki iğnelemelere konu olan hallerin ve uygulamaların katbekat fazlası her gün tüm gerçekliğiyle canımızı acıtmaya devam ediyor.‘İtirazım Var’, bu tür dertleri gündeminde çok gerilere ötelemiş ‘muhafazakâr’ kitleden ziyade, muhafazakâr olmayan kitlenin daha çok hoşuna gidecek nitelikte. Zira o taraftan bakıldığında, “Şu dindarlar, biraz sosyalist olsa her şey daha güzel olur!” fikrini destekleyen bir film. İmam Selman Bulut, hemen her fikri ve haliyle İslam’ın sosyalizmle örtüştüğünü savunan İhsan Eliaçık’ın sinemada tecessüm etmiş hali. Nitekim filmin bir sahnesinde Bulut’un verdiği vaaz, İhsan Eliaçık tarafından yazılmış.Son söz olarak; Müslümanlar, Müslüman gibi yaşasa ve dinin ana meselelerini ve Hakk’ın hatırını siyasetten ya da devletten daha evla bilseler, hayatlarını o şekilde kursalar herhalde Selman Bulut’un önümüze koydukları bu kadar içimizi acıtmazdı. Ama acıtıyor işte…

11 Nisan 2014 Cuma

‘Kış askeri’ görev başında

‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’, üç yıl önceki ilk filmin hantallığından sıyrılıyor. Aksiyon kozunu ölçülü kullanan film; alt metni, politik göndermeleri, referansları ve görselliği ile blockbuster kategorisinin başarılı bir örneği olarak öne çıkıyor.Hollywood’a yansıdığı kadarıyla anlıyoruz ki, ABD’nin kendi sistemini koruma içgüdüsü hayli kuvvetli. Sydney Pollack klasiği ‘Akbabanın Üç Günü’nden (1975) bu yana, sistemin kirli çamaşırlarını temizlemek için kendi adamlarını harcayabildiğini biliyoruz. Sağ olsun Hollywood, hepten bu ‘yanlış’ düşünceye meyledip Amerikan sistemi hakkında olur olmaz suizanlara kapılmamamız için şu bilgiyi eklemeyi de ihmal etmiyor: Sistem ne kadar kirlenirse kirlensin, mutlaka demokrasi ve özgürlükten yana tavır koyan bir kahraman çıkar ve bunun hesabını sorar. (Bu bağlamda, Edward Snowden’i de bunlardan sayabiliriz!) Bir bakıma, sistem hep temiz kalır. Kimi zaman, ‘bazı paraleller’ işi rayından çıkarabilir ama müsterih olun; ABD hem kendi güvenliği hem de dünyanın huzur ve refahı için gerekeni yaparak bu ‘paralel yapı’ları tasfiye eder!‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’nde bu temaların tekmili birden başarılı bir senaryo çatısında bir araya getiriliyor. 2011’deki ilk filmde Yüzbaşı Steve Rogers’ın, nam-ı diğer Kaptan Amerika’nın doğuş hikâyesine tanıklık etmiştik. Filmde, Rogers’ın 2. Dünya Savaşı sırasında Kaptan Amerika olarak bilinen süper askere dönüşeceği deneysel bir programa katılması ve Red Skull’ın liderliğindeki HYDRA organizasyonuyla savaşması konu edilmişti.Bugün gösterime giren ikinci adımda günümüze gelen Steve Rogers, ABD merkezli bir uluslararası casusluk ve suçlarla mücadele kuruluşu olan SHIELD’ın çatısı altında görev yapmaktadır. Operasyonların başındaki Nick Fury saldırıya uğrayınca SHIELD’ın geçmişi ve geleceğiyle ilgili hayati bilgiler Rogers’ın eline geçer. Bu sırada, SHIELD’ın başkanı konumundaki Alexander Pierce, Steve Rogers ve arkadaşlarını ‘paralel’ ilan ederek vatana ihanetle suçlar. Rogers, Natasha ve Sam’in yardımıyla elde ettiği bilgiler ışığında HYDRA’nın yok olmadığını, aksine SHIELD’ı kullanarak dünyayı kaosa sürüklemek üzere olduğunu fark eder.‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’, Hollywood’un yıllar boyu işlediği, ‘sistemin kendini temize çekme’ temasının bütün damarlarını bir havuza akıtıyor. İçinde, sistemin hedef haline getirdiği ve kendini temize çıkarmaya çalışan kahraman teması da var, bilimsel çalışmaların nasıl korku imparatorluğuna yol açabileceği tezi de... İkinci Dünya Savaşı’ndaki çılgın projeler de var, ‘eski ABD’ ile yeni ABD’nin ulusal güvenlik, kişisel hak ve özgürlükler üzerine giriştiği mücadele de... Çok katmanlı, geniş bir skalada ilerleyen bu temalar yumağı; her zaman olduğu gibi kişisel bir dostluk ve fedakarlık öyküsü üzerinden harmanlanıyor.İlk filmin üstüne çıkıyorBu topraklarda yaşayanlar için meselenin başka boyutları da var elbette. Mesela, ‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’nin ‘MİT Yasası’nın TBMM’de görüşüldüğü günlerde gösterime girmesi, güldürmeyen, kötü bir şaka gibi. Filmin olay örgüsü, son üç aydır maruz bırakıldığımız suni ‘paralel yapı’ gündeminin nasıl bir perdeleme olduğunun detaylı bir özeti niteliğinde. Diğer taraftan, Meclis’te görüşülen MİT Yasası dolayısıyla yakın geleceğimizin fragmanını izler gibiyiz. Filme gidecekler, muhtemelen bu yazılanları daha iyi anlayacak.Vaat ettikleri açısından bakınca filmin hedefi tutturduğu söylenebilir. Anthony ve Joe Russo kardeşlerin yönettiği ‘Kış Askeri’, ilk filmin hantallığından sıyrılarak dinamik bir yapıya bürünmüş. Dolayısıyla ‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’ alt metni, politik göndermeleri, popüler sanata yaptığı referansları, etkileyici görselliği ve aksiyon kozunu ölçülü kullanmasıyla büyük bütçeli yapımlar (blockbuster) kategorisinin başarılı bir örneği olarak öne çıkıyor.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Nuh diyor, peygamber demiyor!

Semavi dinlerin yanı sıra mitolojik kaynaklarda da yeri olan Nuh Tufanı’nı işleyen Darren Aronofsky imzalı ‘Nuh’, esin kaynaklarını Tevrat ve Zebur’dan alıyor. Dolayısıyla Kur’an’daki Hz. Nuh ile bu filmdeki karakter arasında isim benzerliği, gemi yapımı ve tufan olayı dışında hiçbir ilgi yok.Epik sinemanın ‘ağababası' Cecil B. DeMille'in ruhu beyazperdeye geri döndü. Dün gösterime giren ‘Nuh: Büyük Tufan / Noah' filmi, henüz sinemanın emekleme döneminde 1920'lerde Kitab-ı Mukaddes'teki kıssaları sinemaya uyarlayan ve bugün adına Altın Küre ödülü verilen DeMille, Hollywood'u dünya sinemasının lokomotifi yapan isimlerin başında gelir.Nuh Tufanı, sadece üç semavi dinde değil, Gılgamış Destanı dâhil olmak üzere mitolojik kaynaklarda da yeri olan bir hadise. Dolayısıyla burada filmin hikâyesini özetlemek gereksiz bir çaba olacaktır. Ancak şunu söylemekte yarar var: Darren Aronofsky’nin filminde anlatılan ‘Nuh’ ile Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Hz. Nuh’un (Aleyhisselam), isim benzerliği, gemi yapımı ve tufan hadisesi dışında hiçbir ilgisi yok! Bu sebeple, bazı Müslüman ülkelerde filme getirilen yasağı anlamak mümkün değil. Zira bir Yahudi olan Aronofsky’den, Kur’an’daki Hz. Nuh’u anlatmasını beklemek biraz saflık ve haksızlık olurdu. Aronofsky, Kitab-ı Mukaddes’in Eski Ahit bölümünü, yani Hz. İsa’dan önce yaşamış peygamberlerin kıssalarının anlatıldığı, Tevrat ve Zebur’u kapsayan bölümü referans alıyor. Bu bilgi, “Peygamberi nasıl böyle anlatırlar?” sorusunu da anlamsız kılıyor. Zira Kur’an’da peygamberlere yaklaşım ile diğer kitaplardaki arasındaki fark ‘Nuh’ filminde de kendini gösteriyor. MİTOLOJİK DEĞİL, EKOLOJİK BİR FİLMDini literatürün alanına giren bu zorunlu açıklamadan sonra ‘Nuh’un sinemasal ayağına geçebiliriz. Evvela, ‘Pi’ gibi bir filmle sinemaseverlerin ilgisini çeken, ‘Bir Rüya İçin Ağıt’ ile yerini sağlamlaştıran, ‘Siyah Kuğu’ ile Oscar’a göz kırpan Darren Aronofsky’den ‘Nuh’ gibi bir epik film ‘beklenmediğini’ söyleyebiliriz. Sürpriz sayılabilecek bu tercihte Aronofsky, epik sinemanın gereklerini yerine getiriyor. Özellikle görsel efektler ve müzikte film üst düzey bir iş ortaya koyuyor. Eğer iyi bir film, sadece bu iki unsurdan oluşsaydı ‘Nuh’ bir başyapıt olabilirdi! Burada, ‘Bir Rüya İçin Ağıt’ta ‘efsane’ bir soundtrack çıkaran Clint Mansell’ın ‘Nuh’un müziklerinde de çıtayı düşürmediğini görüyoruz. Ancak yönetmenlik, senaryo ve oyunculuk bahsinde ‘Nuh’ tel tel dökülüyor. ‘Nuh’un ekolojik bir film olduğunu söyleyebiliriz. Bir ‘peygamber’ olmasına rağmen, ana karakterin ‘tebliğ’ gibi bir derdi yok. Sadece Yaratıcı’dan geldiğini düşündüğü bir işaretle, insanların dünyadaki kötü hallerine kızan Tanrı’nın insanlığı yok etmeye karar verdiğine inanıyor. Yani aslolan, dünyanın ekolojik düzenini bozan insanoğlunun yok edilmesi! Aronofsky, Dünya’nın ilk zamanlarından bir öykü anlatırken bugüne mesajlar devşirmeyi amaçlıyor. Mevzu dönüp dolaşıp bugünün ‘küresel ısınma’ tezlerine geliyor. Bu noktada senaryonun ve Aronofsky’nin dili çok kaba ve rahatsız edici. Şöyle demeye getiriyor ‘üstat’: Dünyamızı temiz tutmaz, birbirimizle savaşmayı sürdürür, içimizdeki kötülüğü yenemez ve asıl olanın ‘yaşama sevinci’ olduğunu unutursak bizi bir tufan daha bekliyor; ayağınızı denk alın!Burada kalsa iyi; bütün bir Nuh kıssasını olabildiğince güdük bir aile dramasına çevirmesi de yönetmenin başarı hanesine yazılmalı! Filmin cast direktörünü de kutlamalıyız; Ray Winstone’u ayrı tutarsak, Ahududu (Razzie) Ödülleri’ne ‘ailecek’ aday olabilecek bir oyuncu kadrosunu buluşturmak her babayiğidin harcı değil! Özetle; ‘Nuh’, görsellik ve müzik açısından epik sinemanın kurallarına riayet etse de yönetmen Darren Aronofsky’nin en zayıf filmi. Ayrıca bu yılın hayal kırıklıkları listesinde üst sıraların en güçlü adayı.