30 Mayıs 2014 Cuma
Masallar hep eksik anlatılır
Disney yapımı ‘Malefiz / Maleficent’, Grimm Kardeşler’in Uyuyan Güzel masalını, madalyonun diğer yüzünü çevirip yeniden anlatıyor. Görsel ve estetik atmosferiyle dikkat çeken film, masalda bir yan karakter olan kötü kalpli peri Malefiz’i merkeze taşımakla yetinmeyip kadın karakterleri masaldakinden daha güçlü resmediyor.Masallar aceleye gelmez, hatta bazıları hiç bitmesin isteriz. Masalı tekrar tekrar dinletecek olan ise anlatıcıdır. Ondan beklenen, çok dinlediğimiz bir masalı bile hiç bilmediğimiz bir şey anlatır gibi anlatmasıdır. Yeni kelimeler, şaşırtıcı benzetmeler, bambaşka bir atmosfer, hiç duymadığımız isimler... En önemlisi de hayal dünyamızın duvarlarını yerle bir eden olağanüstülükler diyarı.Şehrazat’ın ‘ömrünü uzatan’ da masal anlatma hüneri değil miydi? Bir gecede canından olacakken, tasvirleri ve teşbihleri ile olağanüstülükleri doğallaştıran dili ve şaşırtıcı üslubu sayesinde Şehriyar’ı 1001 gece ‘oyalamasındaki’ başarıyı görmezden gelemeyiz. Grimm Kardeşler’in 17. yüzyılda derlediği masallar, benzer bir başarının Batı’daki izdüşümüdür. Tabii ki anlatım tekniği, olay örgüsü, kurgusu ve hikâye yapısı bakımından 1001 Gece Masalları ile Grimm Masalları arasında önemli farklılıklar var. Onları ehline havale edip Grimm Kadeşler’in derlediği Uyuyan Güzel masalının sinemadaki yeni uyarlaması ‘Malefiz / Maleficent’e geçelim.‘Malefiz’, masalda bir yan karakter olan kötü kalpli periyi merkeze taşıyarak Uyuyan Güzel masalını yeniden anlatıyor. Siyah kanatlara sahip güzel bir peri olan Malefiz, periler ve yaratıklarla dolu orman krallığında huzurlu bir hayat sürer. Küçük yaşta, Stefan ile tanışır ve birbirlerini severler. Ne var ki Stefan, hırslarının peşine düşer ve Malefiz’i unutur. Yıllar sonra Malefiz’in karşısına tekrar çıktığında ise Stefan’ın ‘gizli bir ajandası’ vardır. İntikam isteyen Malefiz, Stefan’ın yeni doğan çocuğu Aurora’ya büyü yapar. Buna göre, Aurora 16. yaşgününde bir iğne batması sonucu sonsuz bir uykuya dalacak ve büyüyü Aurora’yı gerçekten seven biri bozabilecektir.ŞEFKAT, AŞKTAN ÜSTÜNDÜR!‘Malefiz’in anlatıcısı, yönetmeni Robert Stromberg. Avatar (2009) ve Alis Harikalar Diyarında (2010) filmleriyle Oscar alan sanat yönetimi ekibinin üyesi. Ayrıca Muhteşem ve Kudretli Oz (2013) filminin yapım tasarımcısı. İlk yönetmenlik tecrübesinde Stromberg, masallar âlemine ne kadar vâkıf olduğunu gösteriyor. Kurduğu dünyada önceki çalışmalarının izini görmek mümkün. Özellikle periler diyarında, Avatar, Alis Harikalalar Diyarı’nda ve ‘Muhteşem ve Kudretli Oz’ filmlerinin atmosferi etkili. Stromberg, filmin görsel ve estetik dünyasına mührünü vuruyor. Filmin en başarılı yönü de burada; şaşırtıcı değil belki ama kesinlikle etkileyici. ‘Malefiz, sadece masaldaki kötü bir karakteri merkeze almakla kalmıyor. Tek boyutlu iyi-kötü masal karakterleriyle bildiğimiz Disney için de bir kırılma noktası olan film, prenses Aurora hariç, diğer bütün karakterleri deformasyona uğratıyor. Dolayısıyla kral, yükselme hırsıyla kendine ve çevresine zarar veren bir adam, Malefiz ise gerçek sevgiyi arayan bir ‘kurban’ oluyor. Filmin masala getirdiği en önemli yorum ise ana temayı bile değiştirecek türden. Masalda uyuyan güzel, genç ve yakışıklı prensin öpücüğüyle uyanırken filmde, anne şefkatine yakın (beklentisiz ve saf) bir sevgiyle hayata dönüyor. Bu şaşırtıcı hamle ile film, şefkatin aşktan üstün bir değer olduğunu savunuyor. Bu tez, Bediüzzaman’ın Mektubat’ında geçen, şefkat-aşk mukayesesine dair ifadeleri de hatırlatıyor: “(...) şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir.” Diğer taraftan filmin, kadınları merkeze yerleştiren ve erkeklerden bağımsız olarak kendi kendilerinin kurtarıcısı yapan feminist tavrı da dikkat çekici.Ne var ki ‘Malefiz’, masallar aceleye gelmez düsturunu es geçiyor. Günümüzün ‘hız’ takıntılı insanına seslendiğinden olsa gerek, çok ‘çabuk’ anlatıyor masalını. Bu hız, masalın aleyhine işliyor; özellikle, karakterlerin psikolojik derinliği noktasında boşluklara sebep oluyor. Oyuncuların da bu çabukluğa ayak uyduramadığı, hatta biraz gönülsüzce oynadıkları görülüyor. Peki, biz ‘Uyuyan Güzel’ masalını neden yeniden dinleyelim? ‘Anlatıcı Robert Stromberg’in masal dünyasına hâkim oluşu, etkileyici görsel dünyası, şaşırtıcı tezi ve bilinen bir masalın eksik kalan kısımlarını tamamladığı için’ cevabı sizin için yeterliyse buyurun salonlara...
23 Mayıs 2014 Cuma
Duygusallık ‘genlerinde’ var
2000 yılında sinema macerasına başlayan X-Men serisi, 14 yılda yedinci kez beyazperdeye gelerek çizgi roman uyarlamaları içinde şimdiden müstesna bir yer edindi. Serinin yeni adımı ‘Geçmiş Günler Gelecek’, 70’ler ile yakın gelecek arasında gidip geliyor. Her adımda biraz daha duygusallaşan seri, yakın tarihin koridorlarında gezinmeye devam ediyor.X-Men serisi, yakın tarihin koridorlarında dolaşmaya devam ediyor. Israrla işlediği “Biz farklıyız, o yüzden bizi sevmiyorlar” tezi bir süredir kabak tadı veren mutantlar, ‘Geçmiş Günler Gelecek’ filminde de bu mesajdan vazgeçmiyor. Bununla birlikte, ABD’nin yakın geçmişteki günahlarını temize çekmeyi gaye edinmiş durumdalar. 2011’deki ‘Birinci Sınıf’ta Soğuk Savaş ve Küba Krizi’ne demir atan mutantlar, geçtiğimiz yıl gösterilen ‘Wolverine’deki Nagazaki öyküsüyle -kendince- Japonlardan özür dilemişti. Bu kez, Vietnam Savaşı’na ve ucundan kıyısından Kennedy Suikastı’na dokunup geçiyor. Üzerinde fazla durmuyor, çünkü mutantlar için esas mevzu hiç değişmiyor: “Biz farklıyız, o yüzden bizi sevmiyorlar.”2000 yılında sinema macerasına başlayan X-Men serisi, 14 yılda yedinci kez beyazperdeye geliyor. Bu konuda, çizgi roman uyarlamaları içinde şimdiden müstesna bir yere sahip. ‘Geçmiş Günler Gelecek’ ilavesiyle vizyona giren yeni X-Men’de, mutantlar yakın gelecekte yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Profesör Xavier, Magneto ve Wolverine (Logan) de dâhil olmak üzere bütün mutantlar, insan eliyle üretilen Gözcüler tarafından yok edilmek üzeredir. Türlerinin hayatta kalması için geçmişe gidip Gözcülerin üretimini engellemekten başka çare yoktur. Gelecekteki savaş devam ederken, Logan geçmişe gönderilir. 1975 yılına giden Logan’ın görevi, henüz ‘toy’ olan, birbiriyle kavgalı iki eski dostu, Profesör Xavier ile Magneto’yu birlikte savaşmaya ikna etmektir. Zira, Vietnam Savaşı henüz bitmişken, dünya liderleri yeni düşmanı tayin eder: Mutantlar. Bunun için de Dr. Bolivar Trask’ın Gözcüler projesine bel bağlanır. Profesör Xavier ile Magneto’nun barışmasındaki kilit isim ise Raven, yeni adıyla Mystique olacaktır.GEÇMİŞ HESAPLARI KAPATMA ZAMANI!X-Men serisi, 2009’daki ilk Wolverine filminden bu yana her adımda biraz daha duygusallaştı. Hatırlanacağı gibi, geçmişin yükleriyle hesaplaşma bahsi de bu filmle başlamıştı. ‘Geçmiş Gelecek Günler’ filmi de bu duygusallıktan nasibini alıyor. Logan’ın bir türlü üzerinden atamadığı, Jean’i öldürmenin vicdan azabı, Profesör’ün birlikte büyüdüğü Raven’da yaşadığı hayal kırıklığı, Magneto’nun Profesör’e öfkesi ve nihayet Mystique’in Magneto’ya olan kalp ağrısı… Böyle yazınca bir Yeşilçam melodramı gibi gelebilir. Ancak artık başlı başına bir ‘tür’ sayılabilecek çizgi roman uyarlamalarında, filmin aksiyon ve görsel efekt ağırlığını, senaryonun yükünü dengeleyebilecek karakter ‘aşılamaları’nın dağılımı, rahatlıkla işleyen, basit bir ‘kural’.Hikâye 1975’e gidince, ister istemez retro havası esiyor filmde. Kıyafetler ve müzik değişiyor. Bu yönüyle, Magneto’yu kurtarmak için Pentagon’a yapılan ziyaret akılda kalıcı sahneler barındırıyor. Özellikle Quicksilver’ın hız konusundaki hünerlerini sergilediği bölümler, filmin mizah yükünü de taşıyor. Görsel açıdan ‘Geçmiş Günler Gelecek’in seleflerinden üstün bir yanı yok. Gözcüler’in olduğu sahneler başarılı, ancak bu kulvarda biçimsel olarak bir yenilik getirdiği söylenemez. Dolayısıyla X-Men serisinin ilk iki filminden sonra yönetmen koltuğundan çekilen Bryan Singer’ın dönüşü ‘muhteşem’ olmuyor. Marvel’ın X-Men serisine ara veren Singer, 2006’da DC Comics’in ‘Süpermen Dönüyor’ projesinde hüsrana uğramıştı. ‘Geçmiş Günler Gelecek’te ise serinin akışını bozmayan, ancak şaşırtıcı bir yenilik de getirmeyen orta halli bir iş çıkarıyor.Oyunculuklar bahsinde, Patrick Stewart ve Ian McKellen ustalara saygıda kusur etmesek de, seriye ‘taze kan’ aşılayan Michael Fassbender, James McAvoy ve Jennifer Lawrence üçlüsü, ‘Birinci Sınıf’tan sonra bir kez daha mutantlar dünyasına ayrı bir albeni katıyor. Hugh Jackman ise hikâyenin kilit adamı olmasının getirisiyle rahat ‘takılıyor.’ Ne de olsa Logan’ı oynuyor, Sefiller müzikalindeki Jean Valjean değil sonuçta!‘Geçmiş Günler Gelecek’, mutantların insanlar ile barış içinde yaşayabileceği tezini bir kez daha vurgulayan söylemi ve ABD’nin yakın tarihteki ‘günahları’nı temize çekme çabalarıyla değerlendirildiğinde hayli sıkıcı. Ancak X-Men dünyasının atmosferi, karakterlerin geçmişine yaptığı yolculuklar, retro havası ve oyuncuların performanslarıyla kendini izlettiriyor.
16 Mayıs 2014 Cuma
Kömür karası çaresizlik
Kaybettiğimiz maden işçilerinin hatırasına saygının gereği bugün sinema sayfamızda ‘Haftanın Filmi’ eleştirisi yok. Haftanın değil yılın, on yılların ve madencilik tarihimizin en müessif faciasına hürmeten sinema sayfamız maden işçilerinin dramını anlatan filmlere ayrıldı. Söylenecek hiçbir söz boğazımıza gelip oturan düğümü çözmeyecek, geride kalanların acısını teselli edemeyecek.Onları Ramazan ayında televizyon ve gazete haberlerinde görürüz. “Yerin metrelerce altında sahur/iftar yaptılar” haberleri için yılda bir kez maden işçilerine mikrofon uzatılır. Ramazan zamanı gündem sayfalarını ve ana haber bültenlerini ‘renklendirmek’ için basının dikkatine ‘mazhar’ olan maden işçileri, sair zamanlarda ise ancak ölüm haberleriyle medyada yer bulabiliyor. Son birkaç gündür tekrar ettiği gibi…Soma’daki maden faciası, bizden alıp götürdüğü canlar itibarıyla ne yazık ki ‘tarihî’ bir olay olarak kayda geçti. Gözümüzde yaşlar, boğazımıza düğümlenen kelimelerle dua etmekten ve utanmaktan başka bir şey yapamıyoruz. “Dicle kenarında otlayan kuzulardan” bile kendini mesul hisseden yöneticilik anlayışından “Bunlar işin doğasında var.” noktasına savrulduğumuz gerçeğinin çaresizliğiyle baş başayız. Bu tür olayların öncesinde ve sonrasında iradesini ortaya koymayan idarecilere, sorumlulara, taşeron sistemindeki adaletsizliklere karşı çaresizlik belimizi büküyor. Belki birkaç hafta sonra öfke patlamalarımız da geçecek. Ancak hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya koyulmak, ‘rutin’lerimize devam etmek vicdana sığmıyor.Kaybettiğimiz maden işçilerinin hatırasına saygının gereği bugün sinema sayfamızda ‘Haftanın Filmi’ eleştirisi yok. Haftanın değil yılın, on yılların ve madencilik tarihimizin en müessif faciasına hürmeten sinema sayfamız maden işçilerinin dramını anlatan filmlere ayrıldı. Söylenecek hiçbir söz boğazımıza gelip oturan düğümü çözmeyecek, geride kalanların acısını teselli edemeyecek. Ancak, kömür karasına bulanmış yüzleriyle helal rızkının peşinde koşan bu insanların aziz hatırasına hürmeten, insan olmanın utancını sırtımıza yüklenebiliriz belki…Maalesef yıllar içinde yaşanan onca faciaya rağmen, sinemamızın maden işçilerinin dramına yeterince eğilmediğini söylemek zorundayız. Bu yıl 100 yaşını dolduran Türk sinemasında ‘kömür karası’ hayatları konu alan bir elin parmakları sayısınca film var. Bunlar arasında ‘Maden’ filmi, bütünüyle bu konuyu esas alan, başka bir hikâyeye eklemlemeden, merkezine maden işçilerinin sorunlarını alan tek film. Diğerleri ise madeni mekan ya da madencileri yan unsur olarak hikâyeye dâhil ediyor.‘Karaelmas’ şehrindeki yabancıSinemamızda ‘maden filmleri’nin ilk örneği olan Halit Refiğ’in yönettiği 1962 yapımı ‘Şehirdeki Yabancı’ filmi, Zonguldak’taki maden ocağında çalışan Aydın’ın yaşadıklarını anlatıyor. “Memlekete faydalı” bir insan olması için İngiltere’de okutulan maden mühendisi Aydın, doğduğu şehir Zonguldak’ta çalışmaya başlayınca ilk iş, maden direklerinin çürüklüğünü bildirir. İşadamı, gazeteci ve siyasetçiden oluşan üç kötü karakter, Aydın’la dalga geçer: “Bizim mühendis, memleketi değiştirecekmiş demek!” ‘Partici’ işadamı Mustafa Bakırcı, çürük malzeme kullanmıştır direkleri yaparken ve bu yüzden bir göçük olur. Mühendis Aydın, safça bir soru sorar: “Anlayamıyorum, parti menfaatleri insan canından daha mı üstün?” Göksel Arsoy, Nilüfer Aydan, Reha Yurdakul, Ali Şen ve Erol Taş’ın oynadığı filmin senaryosu Vedat Türkali’ye ait.‘Burada cinayet işleniyor!’Türk sinemasında maden işçilerinin ağır çalışma şartlarını ve sorunlarını en çarpıcı şekilde anlatan, Yavuz Özkan’ın yönettiği 1978 yapımı ‘Maden’ filmidir. Cüneyt Arkın ile Tarık Akan’ın, İlyas ile Nurettin adlı iki madenciyi oynadığı filmde maden ocağında gerekli güvenlik önlemlerinin alınması için imza toplanır. Madendeki sorunların konuşulduğu bir toplantıda İlyas, madenin yöneticisine imzaların akıbetini sorar. Aldığı cevap “Gene bozgunculuk yapıyorsun İlyas!” olur. İlyas ‘kader arkadaşlarına’ dönerek onlara seslenir: “Arkadaşlar! Burada cinayet işleniyor. Yeterli tedbir alınsa ölenlerimizin %90’ı kurtulurdu.” İlyas’ın hışmından ‘sendika ağaları’ da payını alır. Ancak bir süre sonra İlyas, göçük altında kalır.Madenci şairlerBu yıl Oscar yarışında Türkiye’yi temsil eden ‘Kelebeğin Rüyası’, genç yaşta hayatını kaybeden iki ‘kayıp’ şairin, Muzaffer Tayyip Uslu ile Rüştü Onur’un iç burkan öyküsünü anlatmıştı. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği film, Zonguldak’taki kömür madeninde çalışan iki şairin, şiir ve hastalık dolu dünyalarına odaklansa da, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında madende çalışmayı zorunlu kılan ‘Mükellefiyet Kanunu’nu gündeme taşıyan açılış sahnesiyle ‘maden filmleri’ kategorisine girmeyi hak ediyor.‘Yük’ü ağırdır madencilerin‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ ile mevsimlik tarım işçilerinin dramını perdeye taşıyan usta yönetmen Erden Kıral, 2012 yapımlı ‘Yük’te iki maden işçisi arasındaki gerilime odaklanmıştı. Film, bir cinayet sonrası yaşanan suçluluk duygusunu konu alan psikolojik gerilim türünde olsa da, özellikle madencilerin işyerindeki hallerini bütün çıplaklığıyla verdiği, maden sahneleriyle sinemamızda ayrıcalıklı bir yere sahip. İki maden işçisini oynayan Nadir Sarıbacak ile Tansu Biçer ise performanslarıyla filmin değerini artırıyor.Mühendisler de kıskanır1930’ların Zonguldak’ından bir kesit sunduğu ‘Kıskanmak’ (2009) filmiyle Zeki Demirkubuz da maden ocağına inenlerden. Nahid Sırrı Örik’in aynı adlı eserinden uyarlanan film, açılışındaki Cumhuriyet balosu sahnesi ile dönemin karakteristik özelliklerini ortaya koyar. İstanbul’dan bu ‘sıkıcı’ kömür kentine gelen maden mühendisi Halit, eşi Mükerrem ve kız kardeşi Seniha arasındaki gerilimli ilişkiye odaklanan filmin az sayıdaki maden sahneleri ise görülmeye değer.1860 Fransa’sında da olmuş!Fransız yönetmen Claude Berri imzalı ‘Germinal / Tohum Yeşerince’ (1993), Başbakan’ın Soma’daki facianın ‘doğallığına’ vurgu yaparken verdiği dünyadaki örnekleri teyit eden bir film! 1860’lar Fransa’sında yaşanan bir maden trajedisini konu alan yapım, Emile Zola’nın ünlü eserinden yapılan uyarlamaların en iyisi. Gerard Depardieu’nun oynadığı film, Kuzey Fransa’daki küçük bir maden kasabasındaki maden işçilerinin çalışma şartlarının iyileştirilmesi amacıyla başlattığı grevi perdeye taşıyor. -Kitabı okumayanlar için- filmin sonu hayli trajik bir şekilde noktalanır.Dünyadan 10 maden filmiDiri Gömülenler /Ace in the Hole (1951 / ABD)The Molly Maguires (1970 / ABD)Ariel (1988, Finlandiya)Germinal (1993 / Fransa)Ekim Düşü /October Sky (1996 / ABD)Çok Geç /Prea Tarziu (1996 / Romanya)Billy Elliot (2000 / İngiltere)Kör Boşluk /Mang Jing (2003 / Çin)Tek Başına /North Country (2005 / ABD)İnce Buz, Kara Kömür /Bai Rin Ya Huo (2014 / Çin)
2 Mayıs 2014 Cuma
Şu üç günlük dünyada...
Oyuncu kadrosuyla öne çıkan ‘Son Üç Gün / 3 Days to Kill’, klişe bir temaya yaslanan senaryosuyla dikkat çekiyor. Kreatif hamlelerden uzak duran Joseph McGinty’nin ‘memur’ refleksiyle yönettiği filmin senaryosu ise Fransız yönetmen Luc Besson’a ait.Bazı filmler size bir şey anlatmaz; aslında bir meselesi de yoktur, fakat varmış gibi yapar. İki gram bal için bir çuval keçiboynuzunu yemenizi isterler. Bugün gösterime giren ‘Son Üç Gün / 3 Days to Kill’, bu tür filmlerin en ‘taze’ örneği.Düşük profilli yapımların yönetmeni Joseph McGinty Nichol (filmlerinin jeneriğine adını ısrarla McG olarak yazdırıyor), ölmüş bitmiş, hatta ardından görkemli mersiyeler yazılmış bir temaya gönül indiriyor: Emekli olmadan önce son bir iş yapmak için anlaşan adamın (polis, ajan, hırsız, katil...) dramı! Quentin Tarantino gibi stil sahibi bir ‘pastiş uzmanı’ olsa, ortaya çıkan ürün bir nebze sineye çekilebilir. Ancak geçmişi Charlie’nin Melekleri’ne dayanan McG’den fazlasını beklemek haksızlık olurdu. Yine de haksızlık etmeyelim, zira asıl ‘suçlu’ o değil; senaryo ve öykü Luc Besson’a ait! ‘Nikita’nın, ‘Leon’un yönetmeni Besson, uzunca bir süredir sade suya tirit filmlerin yapımcısı, çalakalem senaryoların yazarı olmakla meşgul. Yeni marifeti ise ‘Son Üç Gün’.Olabildiğince tahmin edilebilir bir seyir izleyen filmin olay örgüsü şöyle: Gizli servis ajanı Ethan Runner yakalandığı ölümcül hastalık nedeniyle eski eşi ve kızıyla daha yakın bir ilişki kurmaya çalışır. Bu arada, tamamlaması gereken son bir görev vardır. Görevi tamamlaması karşılığında, tedavisi olmayan hastalığı için henüz deneme aşmasında olan bir ilaç kullanacaktır. Bu görev, onun yaşaması için son bir şanstır fakat işi hiç de kolay değildir.EN BAŞARILISI, KAST DİREKTÖRÜSenaryo ve öykünün sahibi Luc Besson, daha önceki benzer işlerinde gördüğümüz formülü uygulamaya devam ediyor. Klişe hikâyesine baba-kız duygusallığını eklemenin yanı sıra, baba Amerikalı, anne Avrupalı bir aileyi Paris’te buluşturuyor. Haliyle ortaya küçük çaplı bir ‘Avrupa’da Amerikalı’ olmanın getirdiği pürüzler çıkıyor. Filmin bayat ve donuk mizah anlayışının bir kısmı buradan devşiriliyor. Diğer kısmı ise Fransa’nın ciddi şekilde boğuştuğu göçmen sorunundan elde edilmeye çalışılmış: Amerikalı bir ajanın Paris’teki evinde kalan Afrikalı göçmenler ve mafyaya lüks araç kiralayan iyi aile babası bir Türk... Hikâye ve tema bir klişeye dayandığından olsa gerek, her şey kağıt üzerindeki haliyle kalıyor. Karakterler üzerinde incelikli bir çalışma yok; sadece olması gerektiği için varlar. Nedenlerine ve motivasyon unsurlarına dair derinlikli bir çalışma yapılmadığı gibi onlara özel bir dünya da çizilmemiş. Görevi adam öldürmek olan baş karakterin ‘mesleki ve vicdani sorgulaması’ ise gündeme bile alınmıyor.Bundandır ki, Amber Heard bir ‘femme fatale’ özentisinden, Coen Kardeşler’in ‘İz Peşinde’ filmiyle Oscar’a aday olan Hailee Steinfeld asi evlat tiplemesinden, Connie Nielsen da eş kontenjanından öteye gidemiyor. Kevin Costner’ın ise ‘ağırlığını’ uzun zaman önce kaybettiği herkesin malumu. Yönetmen McG, ne kadar klişe bir senaryoya sahip olsa da, bu ‘ölmüş’ türün bütün gereklerini yerine getiriyor. Herhangi bir kreatif özelliği bulunmayan ‘memur’ yönetmenlere yakışır bir eda ile filmi ‘tıkır tıkır’ işletiyor. ‘Son Üç Gün’ filminin en başarılı üyesi, hiç şüphesiz kast direktörü. Kevin Costner, Amber Heard, Hailee Steinfeld ve Connie Nielsen’ı böyle bir filmde buluşturmak, neresinden bakarsanız bakın, büyük bir başarı!HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ
Kaydol:
Yorumlar (Atom)