27 Haziran 2014 Cuma

Eski dost, düşman olmaz

Sinema macerası 2007’de başlayan Transformers serisinin en derli toplu filmi olan ‘Kayıp Çağ’da Optimus Prime liderliğindeki iyi uzaylı Autobotlar ile kötü uzaylı Decepticonların savaşı devam ediyor. Senaryo matematiği iyi işletilen filmde hikâyeye farklı bileşenler dahil oluyor.Her şey değişiyor; gişe canavarı (blockbuster) filmler de... Eleştirel sözlere ve dostça ikazlara “Ne yapayım, ben böyleyim.” cevabı geride kaldı; “Hayır ben senin bildiğin gibi değilim, başka biriyim.” çağındayız. İş başvurularında tevazu ve güven değil, içi boş da olsa özgüven, mesela “Beş yıl sonra kendimi senin yerinde görüyorum.” gibi uçarılıklar rağbet görüyor. Filmler neden geri kalsın ki!Bir dönemin bol patlamalı, içi boş ama bütçesi şişkin blockbuster’ları, ‘küçümsenmeye’ tahammül edemiyor artık. Ne kadar felsefi ve derin olduklarını göstermek için birbirleriyle yarışıyor. Kimi Wall Street’in göbeğine oturup kendince kapitalizm eleştirisine soyunuyor, kimi işi Hz. İsa’ya kadar vardırıyor. İşin temelinde izzet-i nefs meselesi olduğu kadar, gişenin kapsama alanını genişletmek için her tür seyirciye ‘yem atmak’ gibi ticari bir gerekçe yatıyor.‘PARALEL’ TRANSFORMERSLAR‘Transformers: Kayıp Çağ’, bu anlayışın son ürünü. Belki de bu yüzden, Transformers serisinin de en derli toplusu. Sinema macerası 2007’de başlayan serinin dördüncü adımında da Optimus Prime liderliğindeki iyi uzaylı Autobotlar ile kötü uzaylı Decepticonların savaşı devam ediyor. Fakat denkleme başka bileşenler giriyor. Yıllarca insanlık için savaşan Autobotlar, beş yıl önce Chicago’daki büyük savaştan sonra düşman ilan edilir. Memlekete hayırdan çok zarar verdiği düşünülen Autobotlar için ‘cadı avı’ başlatılır. Devlet içinde yuvalanan dar oligarşik bir yapı, Autobotların ‘inlerine’ girmeye kararlıdır. (Evet, filmin ana öykülerinden biri olan Autobotlara karşı başlatılan cadı avı, günümüz Türkiye’sindeki ‘paralel’ sakızının alegorisi olarak okunabilir.) Devlet, Autobotlarla uğraşırken, eskiden kalma, güçlü bir tehdit ortaya çıkar.Transformers, ‘Ayın Karanlık Yüzü’nde (2011), Soğuk Savaş’ın küllerinde eşelenmişti. ‘Kayıp Çağ’da ise uğramadığı mecra kalmıyor. Dinozorların yok olduğu tarih öncesinden başlayıp uzay gemisi maceralarına, westernden Hong-Kong aksiyonlarına, duygusal baba-kız klişesinden teknolojinin savaş endüstrisine katkısına ve hatta Tapınak Şövalyeleri’ne kadar birçok limana uğruyor. Dört ana damarda akan hikâyenin kesişim ve düğüm noktaları ise bir Michael Bay filminde rastlanamayacak ustalıkta kotarılıyor. Senaryo matematiğindeki başarı takdir edilesi; ancak filmi sabote edebilecek yoğunluktaki ana hikâyelerin kuyruğunu birbirine değdirmeden (değmesi gereken yerde de seyirciye hissettirmeden) harmanlayabilme ustalığını herhalde yapımcı Steven Spielberg’e mal etmek en doğrusu. Aksi halde, Michael Bay’in önceki Transformers’lardaki performansı ortada!REFERANS BOMBARDIMANI‘Kayıp Çağ’, önceki adımlardaki tüm dünyayı dışlayan Amerikan milliyetçiliği gibi kemikleşmiş arızalardan tümüyle kurtulamasa da (her plana bir ABD bayrağı uygulaması burada da devam ediyor) önemli ölçüde arınmış. Senaryoya yapılan dokunuşların yanı sıra bunun bir başka sebebi de filmi farklı okumalara açan zengin çağrışım dünyası. Dini, tarihi, mitolojik ve güncel referanslar, Hasbro’nun oyuncağı Transformersları âdeta ‘tarihselleştiriyor’. Autobotların cadı avı ile tasfiye edilmesi bu topraklardan bakınca bitmeyen ‘paralel’ gündemini çağrıştırsa da, Eski Ahit’teki ‘Ezekiel Kitabı’, senaryonun ana çatısını oluşturuyor. Önceki filmde gerçekleşen büyük savaşa vurgu yapan “Chicago’yu hatırla!” uyarısı Kudüs’ün yıkılmasını, Autobotların umudunu koruyarak Optimus Prime liderliğinde yeniden güçlenmesi ve düşmana karşı savaşması da Babil sürgünü ve sonrasındaki toparlanmayı yeniden üretiyor.Son yıllarda Hollywood’un gözde pazarı olan Uzakdoğu yine ihmal edilmiyor. Hikâye’nin finali Hong Kong’a verilmiş. Bu bölümde de Çin tarihine ve efsanelerine görsel ve tematik olarak gönderme yapılıyor. Neticede, ‘Kayıp Çağ’, “Aksiyonsa aksiyon, görsellikse görsellik, senaryoysa senaryo, duygusallıksa duygusallık, mizahsa mizah, eğlenceyse eğlence, tarih-din-mitoloji referansı... Hepsine varım.” diyerek son dönem blockbuster filmlerinin ‘matematiğini’ başarıyla işletiyor. Uzun süresi (166 dakika) ve metal gürültüsüne rağmen ‘Kayıp Çağ’, Transformers serisinin en iyisi.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Barış zor, savaş kolaydır

2010 yapımı ‘Ejderhanı Nasıl Eğitirsin’ filminin ikincisi, 67. Cannes Film Festivali’nde gösterildikten sonra bugün vizyona giriyor.Cressida Cowell’in romanından uyarlayan filmde, Berk Adası’nda ejderha ve Vikinglerin birleşmesinin üstünden beş yıl geçmiştir ve adada barış atmosferi hakimdir. Astrid ve ekibi boş zamanlarını adanın yeni gözde oyunu ejderha yarışlarıyla geçirmekte ve kahramanlar keşif gezilerine adım atmaktadır. Bu yolculuklardan birinde Hiccup çok eski zamanlardan kalma gizli bir buzdan mağara keşfeder ve mağaranın içinde yaşayan yüzlerce vahşi ejderhayı uyandırır. Barışı koruma görevi de Hiccup’a düşer, ama işi hiç de kolay değildir.

13 Haziran 2014 Cuma

‘Aydın’ın yüz yıllık uykusu

Kış Uykusu, her şeyden önce, edebiyat ile sinemanın yol arkadaşlığının meyvesi. Büyük romanların verdiği haz ile üç saat 16 dakika boyunca sıkılmadan ‘okunan’ bir roman. Çehov’un taşra hayatının zemininde ilerleyen güçlü damarına Tolstoy’un entelektüel ve sınıfsal tahlillerini, Dostoyevski’nin karanlığını ve Shakespeare’in karakter çözümlemesini ortak eden edebî zevki yüksek bir film.Altın Palmiye ödüllü ‘Kış Uykusu’, Cannes’ın jüri başkanı Jane Campion’ın da ‘itiraf’ ettiği üzere ilk başta 196 dakikalık süresiyle korkutuyor. Malum, Campion, filme girerken “Aman Tanrım! Tuvalet molası vermem gerekecek!” diye düşündüğünü söylemişti. Evet, böyle bir handikap var. Nitekim, aranın olmadığı basın gösteriminde bitime 45 dakika kala teknik bir arıza çıkınca merdivenlere kadar dolu olan salon boşalıverdi. Fıtri ihtiyaçları bir kenara bırakırsak, film, süresini hissettirmeden, büyük romanlara has bir lezzetle anlatıyor hikâyesini.Yanmış anızlar arasında bir adam görürüz ilkin... İstanbul’daki tiyatroculuk yıllarından sonra emekliliğinde baba ocağı Ürgüp’e yerleşip ‘Othello’ adında bir otel işleten Aydın (Haluk Bilginer). Aynı zamanda kasabanın yerel gazetesinde köşe yazarı. Kocasından boşanıp Aydın’ın yanına yerleşen kız kardeşi Necla’ya (Demet Akbağ) göre kimsenin okumadığı, süslü fakat samimiyetsiz yazıların yazarı. Bir de, kendisinden genç karısı Nihal (Melisa Sözen) var Aydın’ın hayatında, sürekli didiştiği. Daha doğrusu; Aydın’ın erdemi, parası, ‘lütufları’ ve kibriyle boğduğu genç karısı (‘Anna Karenina kompleksi’).Taşradaki hayatın tekdüzeliğini küçük bir çocuk bozar. Bütün taşları yerinden oynatan, bu üç karakterin ruhlarındaki irini, geçmişteki kişisel hesaplarını birbirlerinin üzerine ‘kusmasına’ sebep olan bir taş (‘taş atan çocuklar’ı hatırlayalım) atarak… Aydın ile Hidayet’in (Ayberk Pekcan) –muktedir ve yardakçısı– arabanın camına atılan taş ve camın kırılmasıyla gelişen olaylar, Aydın’ın ruhundaki çatlakları görmemizi sağlar. Sonra bir bir, herkesin ruhundaki aynalar kırılır ve filmde uzun uzun tartışılan, herkesin kendi ‘gerçeklik’i ve bir de seyircinin gördüğü gerçeklik perdeye yansır. “Benim/bizim gerçekliğimiz bu” illüzyonu vasıtasıyla sadece Türk ‘aydınına’ değil, tüm insanlığa ayna tutulur.HEP BİRLİKTE KUSALIM!‘Kış Uykusu’, her şeyden önce, edebiyat ile sinemanın yol arkadaşlığının meyvesi. Büyük romanların verdiği haz ile üç saat 16 dakika boyunca sıkılmadan ‘okunan’ bir roman. Çehov’un taşra hayatının zemininde ilerleyen güçlü damarına Tolstoy’un entelektüel ve sınıfsal tahlillerini, Dostoyevski’nin karanlığını ve Shakespeare’in karakter çözümlemesini ortak eden edebî zevki yüksek bir film.Ceylan, bu ‘evrensel karışım’ın tam ortasında duran Aydın ile Türk (yarı) aydınının bütün defolarını acımasızca ortaya döküyor. Bunu yaparken kendini soyutlamıyor. Aydın’da herkes kadar Ceylan’dan da izler var. Elini taşın altına sokmayan, söylevde ateşli ama icraatta ‘mıymıntı’; din bilgisi ve dine yaklaşımı yüzeysel olduğu halde o alanda söz söyleme salahiyetini kimselere bırakmayan; herkesi kendinden aşağı bir yerde konumlandıran; üsttenci, heptenci ve alabildiğince toptancı… Eleştirinin niteliğiyle yüzleşmekten korktuğu için eleştireni değersizleştirerek konfor ve statüsüne sımsıkı sarılan, hasılı kendi kanonu dışındaki her kesimden bir şekilde nefret eden ikiyüzlü bir aydın.Kış Uykusu’nun karakterleri üç kritik diyalog sahnesi (Necla-Aydın, Aydın-Nihal, Aydın-Levent-Süavi) ile içindekileri adeta kusuyor. Bunların en büyüğü, Aydın ile Necla’nın diyaloğu. Sinemamızda bir benzeri olmayan bu zor sahneyi hasarsız atlatmak büyük bir başarı. Bazı yerlerin teatralliğe kaçması bilinçli; zira –Nihal ile olan diyalogda da var– Aydın’a birkaç yerde “Artık sahnede değilsin!” ikazı yapılıyor. Bu üç diyalog ile finalden önce Aydın’ın –gerçekten– kusmasını birlikte değerlendirirsek; evet, belki de hepimizin ağız dolusu kusmaya ihtiyacı var, bütün memleketin!HERKES KENDİ MAĞARASINDAFilmde aydın, muktedir, yardakçı, taş atan çocuklar, din adamı, öğretmen, fakir halk ve hatta turist bile var. Hepsi yerli yerine oturuyor. Yalnız, din adamı tipinde bariz bir sıkıntı var. Sürekli muktedirden iane ve iaşe dilenen din adamı portresi rahatsız edici. O kadar ki, bu din adamı, hapisten çıkmış, işsiz bir sarhoş kadar dahi izzetini gözetmiyor. Din adamlarını tenzih ederek söyleyelim, bugünün muhafazakârlarının devletle olan ilişkisinde dünden bugüne yaşanan ürpertici değişim düşünülünce Ceylan’a biraz hak verebiliriz. Ancak o muhafazakârlar ile filmdeki din adamının durumu arasında önemli farklar var. Bu farkları es geçerek, çıkarı doğrultusunda eğilip bükülmekten gocunmayan bu din adamı tiplemesini Nuri Bilge Ceylan’ın kendi ‘gerçekliği’ne vermek en iyisi. Aksi halde, merhametsizce eleştirdiği Aydın’ın din konusunda düştüğü duruma düşmüş olur ki, bu çapta bir yönetmene yakışmaz doğrusu.Oyunculuklarda Haluk Bilginer, sadece kendi sinema kariyerinin değil Türk sinemasının en iyi rollerinden birini sergiliyor. Bu açıdan Kış Uykusu sadece Nuri Bilge Ceylan’ın değil, Bilginer’in de ustalık eseri. Demet Akbağ, Melisa Sözen, Tamer Levent, Ayberk Pekcan, Nejat İşler, imam yorumu rahatsız etse de Serhat Kılıç ve az görünüp akılda kalan Nadir Sarıbacak… Bütün oyuncuların performansı görülmeye değer.‘Kış Uykusu’; İklimler, Mayıs Sıkıntısı, Uzak ve Üç Maymun filmleri başta olmak üzere taşra sıkıntısı, sınıf sorunları, insanın kötücüllüğü üzerine Nuri Bilge Ceylan’ın kafa yorduğu soruları, güçlü sinema dili sayesinde ve en yoğun haliyle önümüze koyuyor. Elitist bir yanı olsa da, sadece Türk aydınına değil, bütün insanlığa ayna tutuyor. Kendini tenzih etmeden, herkesin iç dünyasıyla yüzleşerek izlemesi gereken bir film.

12 Haziran 2014 Perşembe

‘Türk sinemasının zirvesi’

Nuri Bilge Ceylan’a 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran Kış Uykusu yarın gösterime giriyor. Filmin dün Kanyon’da yapılan basın gösterimine kalabalık bir gazeteci ve yazar grubu katıldı. İşte filmden ilk izlenimler...Nuri Bilge Ceylan’a 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran “Kış Uykusu” yarın gösterime giriyor. Henüz ödülün sıcaklığı üzerindeyken seyirci karşısına çıkacak olan Kış Uykusu’nun gişe başarısı merak edilirken, film dün ilk kez kalabalık bir gazeteci ve yazar grubunun karşısına çıktı. 3 saat 16 dakika süren gösterimden çıkışta sinema yazarları söz birliği etmişçesine bu uzun süresine rağmen filmin asla sıkıcı olmadığını söyledi. Genel izlenim şöyle: Tahmin edildiği gibi hazmı zor bir film, ancak seyri o kadar da zor değil. Süresinin 3 saat 16 dakika olduğuna bakmayın, akıp gidiyor. Sonunda seyirci, çoğu eleştirmen gibi Cannes jüri başkanı Jane Campion’un sözünü yâd ediyor: ‘Başta süresinden korkmuştum, filmden sonra daha uzun saatler sürsün istedim.’Nuri Bilge Ceylan, beyazperdeye bu kez emekli bir oyuncunun öyküsünü yansıtıyor. Yine, yeni ve fakat çok katmanlı bir taşra hikâyesi... “Aydın, 25 yıl oyunculuk yaptıktan sonra İstanbul’dan ayrılır, Kapadokya’da babasından kalan butik oteli işleterek günlerini geçirmeye başlar. Hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla. Kış bastırır ve karakterler birbirlerinin yaralarıyla oynamaya başlar.” Film, taşralı bir aydının iç sıkıntıları, ahlak ve vicdan sorunları, topluma bakış açısındaki paradokslar gibi birçok yaraya parmak basarken, basmakalıp pek çok kabulü de sorgulamaya girişiyor.“Kış Uykusu”, yarın 150 kopyayla gösterime giriyor. Gösterimin ardından, sinema yazarlarından filmi değerlendirmelerini istedik. Öncelikle filmin yaz sezonunda gösterime girmesini riskli bulanlar kadar Altın Palmiye sonrası seyirci ilgisinin fazla olacağını düşünenler de var. Atilla Dorsay, yapılanı cesur bir adım olarak değerlendiriyor ve şöyle diyor: “Amerika’da en iddialı filmler yazın gösterime girer. Oscar filmleri değil, gençlere ve çocuklara yönelik filmler... Böyle bir şeyi bizde de denemek gerekiyordu. Ben de nasıl bir sonuç alınacağını merak ediyorum.”Şehirli entelektüellere tokat gibi çarpıyorHer şeye dokunuyor Sevin Okyay: "Çok beğendim. Nuri Bilge'nin taş taş üstüne koyarak kendi sinemasını inşa etmesi ile ilgileniyorum. Koza'dan beri takip ediyorum. O filmden çıkıp otobüste tek başına otururken tebrik etmiştim. O günden bugüne sürekli üstüne koydu, kazandığı tecrübelerle piramit gibi yükseldi, bugünlere geldi. Bu film, hikâyesi, insani zaafları, ilişki biçimleriyle bambaşka. Her şeye dokunan, her şeyi eleştiren bir yapım. Çok fazla üstüne bastırmadan Çehovvari… Nuri Bilge'nin kendine has bir filmi. Görsel olarak mükemmel, görüntü yönetmenliği, oyuncu performansları harika. Oyuncular yetenekli olabilir ama bu kadar başarılı olmalarında yönetmenin payı çok büyük." O karakterler ömür boyu bizimle yaşayacakAtilla Dorsay: "Çok şey beklenen filmler genelde düş kırıklığı yaratır, benim için öyle olmadı. Birçok açıdan Türk sinemasının ulaştığı bir zirve. Senaryosu oya gibi işlenmiş, bu kadar sağlam karakter irdelemesi ve takım oyununu yerli filmde görmedim. Oyunculuklar gerçekten zirve yaratıyor. Gökhan Tiryakigil'in yarattığı görsellik her zamanki gibi olağanüstü. Kapadokya gibi harika bir mekânı kullanmayı hiç abartmamış, egzotizme kaçmamış. Görüntüler yer yer geliyor, insanı allak bullak edip kayboluyor. Filmin ana malzemesi her şeye rağmen doğa ve görsellik değil, insan. İnsanı verişi olağanüstü. Bütün karakterler o kadar canlı biçimde hayata geçiyor ki, ömür boyu bizlerle birlikte yaşayacak. Aynen bir Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Hemingway romanından çıkmışçasına onları unutmayacağız."Filmin adı Taşra Sıkıntısı da olabilirmişUğur Vardan: Aydının sınıfsal hal-i pürmelâli, tam da ana karakterinin isminin 'Aydın' olduğu 'Kış Uykusu'nda Nuri Bilge Ceylan bakışıyla alabildiğine didik didik ediliyor. Bu mesele Batı için çok çok eski bir geçmişin konusu belki (Rus cephesini 'Doğu' sayarsak daÇehov'dan bu yana). Bizim içinse Tanzimat'la başlayıp Cumhuriyet'in ayaklarını yere basmasıyla birlikte daha net bir şekilde kıyıya vuran, belki Yakup Kadri'nin 'Yaban'ıyla ilk kez sesini 'Gür' bir şekilde duyuran, sinemamızda ise özellikle '80 sonrası'nın suskun ortamında belli ölçülerde iç hesaplaşmaya giren yönetmenlerimizce sık sık uğranılan bir liman... Bütün bu tabloda 'Kış Uykusu' yeni bir derdin peşine düşmüyor ama sinemamız ölçüsünde en uzun süreli ve vakti bol olunca da- daha derin bir alışverişin parçası oluyor. Tabii filmin zamanlama açısından şöyle bir preblemi var, tıpkı Onur Ünlü'nün 'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi' gibi 'Aydın'a uzun süredir herkes vuruyor ve Türkiye'nin içinden geçtiği siyasal iklim itibariyle o artık bir 'Mazlum'... Ama Nur Bilge de şunu söyleyebilir, "Bu dönem gelip geçer ama benim filmim zamansızlık bağlamında yarına kalır..." İnşallah öyle olur... Ben en çok 'Taş atan çocuklar' meselesinin öyküye yedirilmesini, bütün psikolojik ayrıntılarıyla beğendim. Bir de Aydın'ın, kız kardeşi Necla tarafından yazıları üzerinden çok doğru noktalarla lime lime edilişini!.. Son olarak filmin ismi 'Taşra Sıkıntısı' da olabilirmiş… Haluk Bilginer çok başarılı Serdar Akbıyık: "Sinemamızda şehirli entelektüelleri anlatan yapım çok az. Kış Uykusu onlardan biri. Bu anlamda çok önemsiyorum. Yönetmen, karakterini taşraya konumlandırmış. Aslında Nevşehirli ama gözlemleri, yaşadıkları, problemleri öyle değil, olabildiğince şehirli. Nuri Bilge'nin Bir Zamanlar Anadolu'da filmini sinema olarak bir tık daha yukarıda görüyorum ama içselleştirme açısından bana daha fazla seslendiğini söylemeliyim. Seyircinin zor tüketeceği bir film. Kendi duygularını yabancı sinemada arayan seyirci kitlesi, bu filmi kaçırmamalı. Perdede gerçek insanlar var. Haluk Bilginer o kadar karizmatik, başarılı ve izlemesi keyifli bir oyuncu ki, hiçbir zaman kendinden farklı olamıyor. Burada da olamıyor. Bu film için dezavantaj ama onu sevenler için avantaj. Ayberk Pekçan'ı çok beğendim. Ben oyuncuyum demeden oynuyor. Demet Akbağ, Nejat İşler, Serhat Kılıç da keza öyle. Nadir Sarıbacak yine filmi tatlandırmış. Başrolde olduğu filmler izlemenin zamanı geldi." Üzerine düşüneceğimiz bir film Alper Turgut: "Kentliler, özellikle aydın, elit kesim kendini pek eleştirmez. Köylüleri eleştirir, aşağılar. Kış Uykusu'nda bir aydın eleştirisi var. Özellikle kendi penceresine bakmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Her ne kadar Kapadokya'da da çekilse bir kent filmi. İçinde yalnızlık, can sıkıntısı, takıntı haline gelmiş kötülük var ama ortada kötülük yok. Herkesin bir yarası, kendince doğrusu var ama ortada siyah ve beyazlar var. İnsanlar gri tonlu, manzara şahane. İşçilik, ses çok güzel. Çok fazla göndermesi olan bir film. Üzerine düşüneceğimiz, konuşacağımız bir yapım. Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da ile karşılaştırılabilir ama üçü de farklı. Kendi adıma Bir Zamanlar Anadolu’da'yı daha çok beğenmiştim ama bu da iyi, güçlü bir film."

7 Haziran 2014 Cumartesi

Bugün günlerden yarın

Bilim-kurgu türüne yeni bir soluk getirme iddiasıyla yola çıkan ‘Yarının Sınırında’, söylem ve felsefî derinlik noktasında sınıfta kaldığı için hedefe varamıyor. Baştan sona bir CGI şöleni olan film, şekil olarak esinlendiği Aliens, The Matrix ve Groundhog Day gibi yapımların felsefî yönünden de nasiplenebilse bilim-kurgu türünde bir atlama taşı olabilirmiş.Sinemada bilim-kurgu türünün en önemli ‘kaynak yazarı’ Philip Kindred Dick (PKD), ‘Çığrından Çıkmış Zaman’ kitabında bir gazete yarışmasının birincisi Ragle Gumm’un günün birinde yarışmadan çıkmak istemesiyle gelişen olayları anlatır. 2007’de Türkçeye kazandırılan eserde Ragle’nin çıkmak istediği ‘tahmin ve öngörü’ yarışmasının adı, ‘Küçük Yeşil Adam Bir Sonraki Adımda Nerede Olacak?’tır. PKD, Amerika’nın müzikte ve sosyal hayatta ‘devrim’ niteliğindeki kırılmaları henüz yaşamadığı, alabildiğine muhafazakâr seyreden 1950’li yıllara dair söylemlerini de romana serpiştirir. Ancak esas mesele, yazarın hiç vazgeçemediği gerçeklik ve zaman algısıdır.Bugün gösterime giren ‘Yarının Sınırında / Edge of Tomorrow’ filmini bir nevi ‘Ragle Gumm alegorisi’ kabul edip öyle izleyebilirsiniz; zira öbür türlü fazlasıyla kasıntı ve neyi ıskaladığının farkında değil. Bourne serisinin ilk filmi ‘Geçmişi Olmayan Adam’ (2002) ile çıkış yapan yönetmen Doug Liman, uzaylı istilasına karşı girişilen mücadeleyi konu alan bildik bilim-kurgu hikâyelerinden birini anlatıyor. Ayrıldığı nokta ise ‘Bugün Aslında Dündü / Groundhog Day’ (1993) etkisiyle işletmeye çalıştığı zaman döngüsü.Amerikan ordusunda halkla ilişkiler uzmanı olan Binbaşı William Cage (Tom Cruise), uzaylılara karşı savaşan uluslararası askeri birliğin reklam filmini çekmek için İngiltere’ye gelir. Ancak işler umduğu gibi gitmez ve kendini cephede bulur. Katıldığı askerî operasyonda birkaç dakika içinde öldürülür ve hemen ardından kendini bir zaman döngüsünün içinde bulur. Döngü, onu aynı savaşı tekrar tekrar yaşamaya ve ölmeye zorlar. Yeniden başladığı her savaşta Cage, Özel Kuvvetler savaşçısı Rita Vrataski’nin (Emily Blunt) desteği ile becerilerini geliştirir. Cage ve Rita’nın tekrarladıkları her savaş onları, uzaylıları yenme hedeflerine bir adım daha yaklaştırır.AŞK İLE BİR DAHA!‘Yarının Sınırında’, hikâyesi, görsel atmosferi ve uzaylı yaratık tasvirleriyle Aliens (1986), The Matrix (1999) ve Groundhog Day (1993) filmleriyle akraba. Bu üç filmle sıkı bir alışveriş içinde olan yapımın operasyon sahneleri ise Er Ryan’ı Kurtarmak’ın (1998) Normandiya Çıkarması’nı resmeden ünlü açılış sekansının etkileyici bir bilim-kurgu versiyonu. Hiç şüphesiz, set-yapım tasarımı ile görsel ve estetik yönden filmin en iyi sahneleri bu bölümde yer alıyor. Ne var ki film, ‘Groundhog Day’den aldığı, aynı günde sıkışma temasını sadece bir ‘numara’ (trick) olarak kullanıyor. Gerçeklik sorgulaması ve zaman algısı ile ilgili hiçbir derdi yok. Haliyle, Cage’in uzaylılara karşı ‘omuz omuza’ çarpıştığı Rita’ya duyduğu sevgi de Proust’un, ‘karşıdakine çarpıp geri dönen, kendinden kendine’ diye tanımladığı türden bir sevgi. Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanının ikinci kitabındaki ilgili bölümü hatırlayalım: “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.” Kim bilir, belki de gerçek sevgi budur!Philip K. Dick’in ‘Çığrından Çıkan Zaman’ına dönersek; Ragle Gumm’dan hareketle, Binbaşı Cage’in içinde sıkışıp kaldığı ‘video oyunu’ tadındaki filme ‘Binbaşı Cage Bir Sonraki Adımda Nerede Olacak?’ adını verebiliriz! Bilim-kurgu türüne yeni bir soluk getirme iddiasıyla yola çıkan ‘Yarının Sınırında’, söylem ve felsefi derinlik noktasında sınıfta kaldığı için hedefe varamıyor. Tam göbeğine oturduğu zaman ve gerçeklik gibi esaslı meseleleri, senaryoyu çalıştırmak için bir numara olarak kullanan film, bir video oyununun aynı ‘level’ında takılıp kalan bir ‘looser’ gibi hissettiriyor. Ve nihayet, level atlamak için bir arkadaşından işin hilesini öğrenen oyuncunun, o bölümü atlamasının rahatlığı kadar bir tatmin duygusu bırakıp sona eriyor. Baştan sona bir CGI şöleni olan film, şekil olarak esinlendiği Aliens, The Matrix ve Groundhog Day’in felsefi derinliğinden de nasiplenebilse bilim-kurgu türünde bir atlama taşı olabilirmiş.