26 Temmuz 2014 Cumartesi

Yağmuru kim döküyor?

13 yaşındaki bir çocuğun bisiklet alma hayalini gerçekleştirmek için yaşadıklarını anlatan ‘Vecide’, ilklerin filmi. Tamamı Suudi Arabistan’da çekilen ve bir kadın tarafından yönetilen ilk Suudi filmi olan ‘Vecide’, birtakım zaaflarına rağmen izlenmeyi hak eden bir yapım.Bazı filmlerin kaderi, parıltısı bize ulaşmadan sönüp giden yıldızlara benziyor. Yaz ayları da gelmese böyle filmleri hiç göremeyeceğiz. Bugün gösterime giren 2012 yapımı ‘Vecide’ onlardan biri. Yıldız dediysek, o kadar parlak bir yıldız değil; ışıltısı biraz zayıf fakat nadir göründüğü için değerli.Vecide, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da yaşayan orta sınıf bir ailenin 13 yaşındaki kızı. Tıpkı adı gibi hayat, neşe ve iştiyak dolu. Kız çocuklarının bisiklete binmesinin hoş karşılanmadığı bir ülkede yeşil bir bisikletin hayalini kuruyor. Okulda sergilediği ‘genel adaba mugayir’ hareketleri (mizah yeteneği, merakı ve sorgulaması!) öğretmeni tarafından tepki çeken, ecnebi müzikleri dinleyen bir çocuk Vecide. Çocuk, ama okula beraber gidip geldiği kız arkadaşı evlenmeye hazırlanıyor. Evde annesiyle babasının arası ‘erkek çocuk olmadığı’ için limoni. Böyle bir sosyal ve ailevi ortamda Vecide, bisiklete binme hayalini gerçekleştirmek için okulda düzenlenen Kur’an okuma ve bilgi yarışmasına katılır. Ödül 1000 riyal, bisiklet 800. Ne var ki, Vecide, dünya üzerinde hayallerin hayal kırıklığına dönüşmesinin rutin olduğu bir coğrafyada yaşamaktadır.Hayfa El-Mansur’un yönettiği ‘Vecide’, ilklerin filmi. Tamamı Suudi Arabistan’da çekilen ve bir kadın tarafından yönetilen ilk Suudi filmi. Ayrıca, Venedik Film Festivali’nden üç ödül alan, Arabistan’ın Oscar’a aday gösterdiği ilk film. Yönetmenin samimiyetine, filmin naifliğine rağmen klişelerden yakasını kurtaramayan da bir film. Arabistan’daki erkek egemen kültür içinde var olmaya çalışan kadınların öyküsünü anlatırken, Batılı bir izleyicinin tüm ‘beklentilerini’ karşılıyor. Ne var ki, bu kaçınılmaz; zira birileri için klişe olan bir başkası için hakikat olarak hayatın orta yerinde duruyor.Araba kullanma, seçme ve seçilme hakları olmayan, yanlarında birinci dereceden erkek yakını olmadan seyahat edemeyen kadınların ülkesinde, bir kadın yönetmenin çektiği filmin kadınların sorunları hakkında olması gayet doğal. Sosyal hayatta görünmemesi için kurallar koyulan bir kadın için film çekmek de zor. Öyle ki Hayfa El-Mansur’un bazı sahneleri arabanın içinden yönettiği söyleniyor. Bu teknik kısıtlamaları anlamaya çalışmakla birlikte, -malum sorunların içinde doğup büyüdüğünden olsa gerek- El-Mansur’un meseleyi fazlasıyla içselleştirdiği ve hikâyesi ile arasına mesafe koyamadığı görülüyor. Bu durum, hikâyenin söylem gücünü zayıflatıyor. Yan karakterlerin işlenememesi de Vecide’nin sesinin daha gür çıkmasını engelliyor.ARABİSTAN’IN MERCANE’Sİ…‘Vecide’nin zaaflarının daha net görülmesi için İranlı yönetmen Mercane Satrapi’nin ‘Persepolis’ (2007) filmi iyi bir örnek. Küçük Vecide, birçok yönden ‘Persepolis’in baş karakteri Mercane’yi andırıyor. Ancak, yönetmenlerin hayata bakışı ve sanatsal kalibresi arasındaki fark, Vecide ile Mercane’nin yollarını ayırıyor. Satrapi’nin protest tavrı, keskin cümleleri ve sözünü sakınmayan kişiliği El-Mansur’da yok. Bu durum, farklı kişiliklerin yanı sıra, İran ve Suudi Arabistan’ın sosyal hayatı, toplum yapısı, kültürel farklılıkları ve tabii ki sanat/sinema geleneği ile ilgili.Mercane’den farklı olarak Vecide, annesinin kaderine yazgılı. Evine hapsolmuş, kocasını mutlu etmek ve çocuğunu yetiştirmekten başka bütün hayalleri elinden alınmış annenin küçüklüğünün de tıpkı Vecide gibi olduğunu tahmin etmek zor değil. Yönetmen finalde ‘kadın dayanışması’na vurgu yapsa da anne ve kızın kaderine razı olduğu bir son hazırlıyor. Anne, ‘Sen böyle olmayacaksın’ dese de, bisiklet hayalini ‘göstermelik’ bir Filistin hassasiyetine kaptıran, okulda adı ‘yola getirilmesi gereken problem kız’a çıkan ve en yakın arkadaşının düğün hazırlığı yaptığı 13 yaşındaki Vecide’nin hayalleri çoktan sönmüştür. Anneyi geçtik, ikinci evliliğini yapan baba bile bir töre kurbanı gibi, “Biz de geleneklerin esiriyiz kızım, ne yapalım” minvalinde bir konuşma yapıyor Vecide’ye. Hal böyle olunca sadece fotoğraf çeken, onu da basit bir kartpostal tadında bırakan ve ele aldığı meseleler üzerine esaslı söz söylemeyen bir film ‘Vecide’. Fakat Hayfa El-Mansur’un bu fotoğrafı çekmesi bile değerli; zira kadraja giren sorunların bazısı, ‘Müslüman’ geçinen birçok devlette mevcut. Misal; arkasında yapıcı bir proje, planlama ve yaptırım olmayan göstermelik Filistin hassasiyeti; gelenek adı altında dini öne sürerek statüsünden vazgeçmeme, çocukların hayalini çalma…

18 Temmuz 2014 Cuma

Sinyale inanma sinyalsiz kalma

Bağımsız bir bilim-kurgu örneği olan ‘Sinyal’, türler arasında keskin çizgilerle ve kolayca geçiş yapan anlatım dili ile dikkat çekiyor. Film, ilk yarısındaki heyecan ve merak duygusunu bir süre sonra kaybediyor.Bağımsız bilim-kurgu filmi ‘Sinyal’, ilk yarısında tetiklediği heyecan ve merak duygusunu, ikinci yarıda yavaş yavaş elimizden alıyor. Verdiği burukluk ile 2012 yapımı ‘Tetikçiler / Looper’ filmini hatırlatıyor.Kendi halinde iki hacker olan MIT üniversitesi öğrencisi Nick ve Jonah, arkadaşları Haley’i yeni okuluna götürmek için yola çıkar. Yolculuk sırasında Nick ve Jonah, ‘Göçmen’ adlı bir hacker’dan sinyal alır. Bunu bir meydan okuma olarak gören iki kafadar, Göçmen’in yerini tespit eder. Onu görmeye gittiklerinde ise harabe bir barakayla karşılaşırlar...‘Sinyal’, bilim-kurgu evrenine varmadan önce birkaç durağa uğruyor. Gençlik filmi kodlarıyla başlayıp yol hikâyesi tadında devam eden film, rotayı aniden korku sularına çeviriyor. ‘Blair Cadısı’ efektiyle kotarılan baraka bölümü, korku klişelerine dokunup geçtikten sonra salgın filmlerinin sahasına giriyor. Bir süre burada oyalanıp seyircinin merakını yeterince köpürttüğüne kanaat getirince erken bir firar olayı ile yeniden yol hikâyesine dönüyor. Derken, kaçakların izinin sürüldüğü bir western tadında ilerliyor bir süre. Finale geldiğinde ise ‘Truman Show’ şıklığında ama sert bir geçişle bilim-kurgu evrenine dalıyor.YÜRÜYELİM Mİ, KOŞALIM MI?2012 yapımı bağımsız bilim-kurgu örneği ‘Looper’, atmosfer kurmadaki ve zamanda yolculuk temasını yeniden üretmedeki başarısını hikâye anlatımında gösteremediği için belli bir seviyeyi geçememişti. Sinyal de aynı dertten mustarip. 97 dakikalık süresinde türler arasında bu kadar keskin çizgilerle ve kolayca geçiş yapıp da rahatsızlık vermeyen ‘Sinyal’in fikir planındaki parıltısı, hikâye anlatımındaki zaaflarından dolayı hedefe ulaşamadan sönüp gidiyor. Fakat ‘Sinyal’, garip bir şekilde, gösterdiklerinin ötesinde, anımsattıkları ve çağrışımlarıyla kendi halimizi seyretmeye yönelik bir okuma penceresi açıyor. Film, kabuğunu kırma metaforundan hareketle Amerikan gençliğinin içinde debelendiği sıkışmışlık duygusunun yansıması şeklinde okunmaya müsait. Başkalarının bilgilerini çalan iki hacker’ın hayatının uzaylılar tarafından çalınmasından yola çıkarak bambaşka bir alana da varılabilir. Sadece Amerikan gençliği değil, genel olarak gençliğin içine düştüğü sıkışmışlık duygusu...Hadi kendimizi soyutlamayalım; bu topraklarda yaşayan bizler de, kaç nesildir aynı fasit dairede dönüp duruyoruz. İsimler ve takvimler değişiyor ama aynı küçük, dar ve boğucu kabuğun içinde debelenip duruyoruz. Çağın dejavu mahkumları olarak her nesilde aynı dersten kalan tekrarlı öğrenciler gibiyiz. Öyle ki, yaşadığımız hadiseler karşısında “Biz bu filmi görmüştük.” diyecek kadar bir farkındalığımız bile kalmadı. Kötülüğün her gün daha derin, daha karanlık çukurlara yuvalandığını gördükçe hayret duygumuzu da kaybettik. ‘Sinyal’deki genç Nick, içinde bulunduğu kabuktan iyice bunalınca kendisine monte edilen takma ayaklar ile delice koşuyor. Hapsolduğu duvarları yıkmak için çılgınca koşuyor ama vardığı yerde daha büyük bir duvarla karşılaşıyor. Tanıdık geldi mi? David Le Breton’ın eşsiz güzellikteki kitabı Yürümeye Övgü’yü hatırlayalım: “Yürümek, ruh yetmezliği yaşamaktır, daha doğrusu ruh yetmezliği yaşayıp kendini kendinden dışarı atmaktır. Kendine katlanamadığın noktada kendinle barışmak için kendini yollara vurmaktır.’’ Wong Kar-wai’nin birbirine değip geçen hayatları resmederken, zamanın herkes için farklı akıp gittiğini fısıldadığı filmi ‘Chungking Express’te 223 numaralı polisi getirelim gözümüzün önüne. Takeshi Kaneshiro’nun oynadığı polis, her sabah ayrılık acısını ve dertlerini unutmak için koşuyordu. Koştukça unutuyor, unuttukça koşuyor. Tekrar Yürümeye Övgü’ye dönersek: “Coşkulu bir yürüyüş çok büyük olasılıkla, her türlü dar kafalılıktan ve gururdan, kibirden uzaklaştırmıştır sizi ve içinizdeki merak duygusunun özgürce harekete geçmesini sağlamıştır.” Keşke! Yanlış sinyallerin peşine takılıp geldiğimiz nokta gün gibi ortadayken hepimizin daha çok yürümeye ve her gün daha coşkulu yürüyüşlere ihtiyacı var. Hatta belki de koşmaya!

11 Temmuz 2014 Cuma

Maymun gözünü açtı

Maymunlar Cehennemi, sinema tarihinin en uzun serisi James Bond kadar olmasa da Star Wars yolunda ilerliyor.Fransız romancı Pierre Boulle’nin 1963’te kaleme aldığı bilimkurgu romanın sinema macerası çok hızlı başlamıştı. 1968’de yola çıkan seri, 1973’e kadar peş peşe çekilen beş filmden sonra uzun süre sessizliğe bürünmüştü. 2001’de Tim Burton’ın ‘talihsiz’ uyarlaması serinin üzerindeki ölü toprağını silkeleyemedi. Ve nihayet 2011’de bir umut ışığı ile kıpırdanan seri, bugün gösterime giren ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ ile güçlü bir geri dönüş yapıyor.Rupert Wyatt’ın yönettiği ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’ (2011), serinin yeniden başlatılması için verimli bir damar yakaladı. Hapishane filmlerinden Frankenstein öyküsüne, westernden baba-oğul temasına kadar bir yığın bileşeni harmanlayan filmin temelinde bilim-teknolojinin doğaya müdahalesi ve onun genleriyle oynamasının yol açtığı tehlike vardı. Matt Reeves imzalı ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’, ilk filmin açtığı zeminde insanlık tarihinin de alegorisi sayılabilecek sağlam ve gösterişli bir bina inşa ediyor.Genleri değiştirilmiş, isyancı maymun Sezar’ın kaçışının üzerinden on sene geçmiştir. Genetiğiyle oynandığı için daha da zeki bir maymun olan Sezar, ormanda büyük bir maymunlar ordusu kurmuştur. Bu süre içinde dünyayı saran ölümcül virüs insanlığın büyük bölümünü yok etmiş, kalanlar ise koloni halinde yaşamını sürdürmektedir. San Fransisco’daki koloniden bir grup insan, yegane güç kaynakları olan hidroelektrik santrale ulaşmak için Sezar’ın kontrolündeki ormana gelir. Birkaç tatsız olaydan sonra insanlar Sezar’ı ikna ederek silahlarını bırakmak şartıyla santralde çalışmaya başlar. Ancak insanlar ve maymunlar arasında kırılamayan önyargılar ve geçmiş hesaplar, iki tarafı yeniden çatışma ortamına sürükler.ANDY SERKIS GÖZ DOLDURUYOR‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’, serinin en iyisi olmakla birlikte, söylem olarak da seriyi özüne döndürüyor. Pierre Boulle’nin evrim teorisini tersyüz eden romanı, aynayı tersine çevirerek insanlığın durumuna bakıyor; acımasız bir toplum, ahlak ve medeniyet eleştirisine soyunuyordu. Cem Yılmaz’ın A.R.O.G.’da Arif’e söylettiği “Maymundan mı geldik bilmiyorum ama maymuna doğru gidiyoruz” önermesi, Boulle’nin romandan muradını karşılayacak bir cümle. Boulle de, evrim teorisinin doğruluğu-yanlışlığı gibi o dönem bilim dünyasının içine düştüğü kısır döngüye takılmadan onu bir toplum eleştirisi olarak kullanıyor.Matt Reeves’in yönettiği ‘... Şafak Vakti’, tıpkı Boulle gibi evrim teorisiyle oyalanmak yerine, insanlık tarihinin alegorisine girişiyor. ‘Öteki’nden hareketle ahlak, iyi-kötü, erdem ve birlikte yaşama üzerine güçlü söylemleri olan film, insanlığı hedef alıyor. Sezar liderliğindeki maymunlar ordusu ile Dreyfus önderliğindeki insanların kolonisini eş karakterler, benzer dertler, aynı kötülükler ve hayatta kalma isteği gibi ortak meseleler ile denkleştirilerek her iki tarafın da birbiri için ‘öteki’ olduğu başarıyla vurgulanıyor.‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’nin en güçlü yanı, hikâyenin insanların gözünden değil, Sezar’ın bakış açısıyla perdeye gelmesi. Sezar’ın geçmişin yükünü taşıyan gözlerinde başlayan film, yine Sezar’ın geleceği görüp de olacakları engelleyemeyen mitolojik karakter Cassandra’nın çaresizliğini yansıtan bakışları ile bitiyor. Sezar, sadece ismiyle değil, iç dünyası ve etkileşimde olduğu karakterler itibarıyla da Shakespeare’in Julius Sezar’ı. Lideri olduğu canlıları huzur dolu bir dünyada bir arada tutma ideali; iktidar arzusu, hırs, kin ve öfke ile dağılıyor.Hikâyenin güçlü söylemi, katman aralıkları ve karakter derinliği, teknik üstünlük ile birleşince film bir kademe daha atlıyor. Performans yakalama tekniğinin (motion capture) bugüne kadarki en mükemmel örneğinin verildiği filmde, Sezar’ı oynayan Andy Serkis, her türlü takdirin üzerinde bir iş çıkarıyor. Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinde aynı teknikle Gollum’u oynayan Serkis, 2005’te King Kong’un yeni uyarlamasında da sinemanın ünlü gorilini canlandırmıştı. Filmin set tasarımı, atmosfer oluşturmadaki başarısı, sanat ve görüntü yönetimi alanlarındaki başarısı ise görülmeye değer.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Çıkamam, aynalar zindan

‘Göz/Oculus’, temelde hayli klişe bir ‘hayalet ev’ öyküsüne sahip. Ancak senaryo ve bilhassa yönetmenin katkısıyla bu klişe öyküyü başarıyla çeşitlendiriyor. Hayalet ev klişesinden üslupçu bir hamleyle çıkmayı başaran film, ikinci yarısında sahte belgesel akımına kapılıyor.Uzun metrajın yanında her daim üvey evlat muamelesi gören kısa filmler, son yıllarda bu makus talihi kırar gibi oldu. Gerçi, ehli için kısa filmden alınan lezzet nice uzun metrajda bulunmaz. Albert Lamorisse’in 1956 yapımı diyalogsuz ‘Kırmızı Balon / Le Ballon Rouge’ filmi, verdiği tarifsiz sinema duygusu ile bu konuda benzersizdir mesela. Kırmızı Balon, ‘şanslı’ bir film, zira Lamorisse dâhil olmak üzere kimse onu uzatmaya kalkışmadı!İlginç olan şu ki, kısaların kıymetini anlamak için onların uzun metraj olması gerekiyor bazen. Testere, 12 Maymun, Yasak Bölge 9, Mama, Bottle Rocket, 9, Sin City... Bu yapımların ortak noktası, kısa filmden uyarlanan uzun metraj olmaları. Bir diğer ortaklık ise orijinallerinin uzun versiyonlarından daha çok sevilmesi. En yakın örnek, Arjantinli genç yönetmen Andrés Muschietti’nin 2008 yapımı filmi ‘Mama’. Bu üç dakikalık film, Meksikalı yönetmen/yapımcı Guillermo del Toro’nun el vermesiyle yine Muschietti’nin yönetiminde geçtiğimiz yıl 100 dakikalık uzun metraj haliyle karşımıza çıktı. Ancak kısanın gücünü, uzun metrajda aramak nafileydi. ‘Mama’ da gösterdi ki kısanın gücü, filmi seyircinin zihninde devam ettirebilme potansiyelinde yatıyor. Uzun metraj, boşlukları doldurayım derken hikâyeyi tekeline alıyor, zihnimize bırakmıyor; bütün detayları perdeye aktarma gayretiyle hayali/rüyayı gözümüze indiriyor ve ‘büyü’yü bozuyor.AMAN, ‘GÖZ’E GELMEYELİM2006 yapımı aynı adlı kısa filmin uzun versiyonu olan ‘Göz / Oculus’, tam anlamıyla başarı sağlayamasa da bahsettiğimiz bu büyüyü bozmamaya gayret ediyor. Hikâye, kabaca, antika bir aynanın gizemini çözmeye çalışan iki kardeşin başından geçenleri anlatıyor. Yıllardır ev ev dolaşan gizemli aynanın son sahipleri Kaylie ve Tim, ailelerinin ölümü üzerine ilişkilerini düzeltmeye çalışan iki kardeştir. 11 yıl önce, küçük yaşta bir aile trajedisine şahit olurlar. Bu trajedi, Tim’i akıl hastanesine yollarken, Kaylie’de ise travmaya sebep olur. Yıllar sonra aynı eve gelen iki kardeşten Kaylie, yaşananlara antika aynanın sebep olduğunu düşünür ve bunu ispatlamak için deneye başlar. Tim ise suçlunun babaları olduğunu savunur. Bir yandan geçmişin anılarıyla boğuşan iki kardeşin ilişkisi, aynanın odakta olduğu deney ilerledikçe daha da kötüleşir. ‘Göz’, temelde hayli klişe bir ‘hayalet ev’ öyküsüne sahip. Ancak senaryo ve bilhassa yönetmenin katkısıyla bu klişe öyküyü başarıyla çeşitlendiriyor. Hikâyenin anlatımındaki orijinallik, geçmişi ve bugünü iki koldan anlatırken tek mekanda cereyan eden iki farklı zamandaki olayı iç içe geçirmesi. Aynanın esas numarası olan gerçeklik algısının yitirilmesi, yönetmenin iki farklı zamandaki karakterleri şık geçişlerle aynı ‘an’da buluşturması sayesinde seyirci nezdinde de gerçekleşiyor. Böylece anlatımın ve dolayısıyla öykünün klişelere hapsolmasının önüne geçiliyor. Bu tercih, seyircinin iki olayı da aynı anda ve ilgiyle takip etmesine neden olduğu için gerilimin en önemli unsuru merak duygusunu da canlı tutuyor.Amerikalı yönetmen Mike Flanagan, cadı mahkemeleriyle ünlü Salem’de büyüdüğü için midir, korku-hayalet öykülerine meraklı. Önceki filmleri pek dolaşıma çıkmasa da 2011 yapımı ‘Absentia’ kayda değer bir yapım olarak dikkat çekmişti. Genç yönetmen, ‘Göz’de hayalet ev klişesinin içinden üslupla çıkmayı başarırken, filmin ikinci yarısında ‘sahte belgesel’ akımına kendini kaptırıyor biraz. Son dönemde ‘paranormal’ öykülerle yükselişe geçen bu yöneliş, Flanagan’ın esas derdi değil. Sadece öyküyü çeşitlendirmek için kullandığı bir atlama taşı. Filmi bütünüyle bunu üzerine kurmayarak, doğru bir hamle yapıyor. ‘Göz’ün gelip tıkandığı nokta ise kısadan uzuna geçme gayretiyle doldurmaya çalıştığı boşluklar. Aynanın geçmişine dair yapılan açıklamalar, merak gidermekten ziyade boşluğu daha da derinleştiriyor mesela. Bu tür kaygıların yanı sıra, üslup sayesinde aşılan klişeler, hikâyenin temelini oluşturduğu için film, ‘izlenmişlik’ hissinden kurtulamıyor.