30 Ağustos 2014 Cumartesi

Şeytanla yaşamaya alışmak

2005’teki ilk filmi ile korku türünde iyi bir çıkış yakalayan yönetmen Scott Derrickson, ‘Bizi Kötüden Koru’da, kendi çıtasını aşağı çekiyor. Kötülük problemine dair söz söylemekten kaçınan film, işin teknik kısmında ise klişelere bel bağlıyor.Antik Çağ’dan bu yana felsefenin ve teolojinin kadim meselesi olan kötülük problemi (teodise) konusunda gelinen noktada saflar iyice ayrışmış durumda. Kimilerine göre de, ortak sorular sayesinde az-çok bir ‘orta yol’ bulunmuş gibidir. Tarih boyunca ateistin de panteistin de katoliğin de kendine yontacak bir damar bulabildiği bu alanda, aralarında 6 asır bulunan Leibniz ile Gazali’nin “Leyse fi’l-imkâni ebde’u mimma kâne” (İmkân âleminde olandan daha iyisi yoktur) cümlesinde yolunun kesişmesi konuyu vuzuha kavuşturmak bir yana, daha da çetrefilli kılabilir.Teodise, bir şekilde bizi adaletin keskin kılıcının ve ‘kör’ terazisinin önüne getirip bıraksa da, meselenin özünde ‘kötülüğün kaynağı’ yatıyor. ‘Bizi Kötüden Koru / Deliver Us From Evil’ filminin Peder Mendoza’sı, kafası karışmış polis memuru Sarchie’nin kötülükle ilgili sorunsalını şöyle cevaplıyor: “Bu hayatta iki türlü kötülük vardır, Memur Sarchie. İkincil kötülük, insanların yaptığı kötülüktür. Birincil kötülük ise tamamıyla başka bir şeydir.” Gerçek bir olaydan uyarlanan film, işte bu ‘tamamıyla başka bir şey’in insanlara yaptığı kötülükleri anlatıyor.IRAK’TAN NEW YORK’A YAYILAN KÖTÜLÜK!Asayiş bakımından ABD’nin en zorlu mıntıkalarından New York, Güney Bronx’un 46. bölgesine atanan polis memuru Sarchie (Eric Bana), tüm kötülüklere tanık olmuştur: Bir anne, küçük oğlunu aniden hayvanat bahçesindeki aslanların önüne atar; farklı yerlerde Latince yazılar ve tuhaf simgeler görür; evin bodrumundan tuhaf sesler duyar... Gitgide daha sorunlu bir adam olan Sarchie bir gün, meslektaşı Butler ile birlikte tuhaf bir olayı soruşturmaya gider. Sonrasında gelişen olaylar, Sarchie’nin keskin doğrularını da sarsacaktır.ABD deniz piyadelerinin 2010’da Irak’ta yaptığı bir operasyonun görüntüleriyle açılıyor film. Ardından New York polis departmanından bir memur eşliğinde polisiye bir öykünün içinde buluruz kendimizi. Bir müddet polisiye havasında seyreden film, sonradan topa giren rahip Mendoza’nın (Edgar Ramirez) da gayretiyle nihayet son yarım saat ‘şeytan çıkarma’ sularına yelken alır.İlk uzun metraj filmi ‘Şeytan Çarpması’ (2005) ile dikkatleri çeken Scott Derrickson, belli ki ‘tekrar’ duygusundan kurtulmak için, temelde bir şeytan çıkarma öyküsü olan 118 dakikalık filmde, seyirciyi farklı türlerin karmaşasıyla baş başa bırakıyor. Ralph Sarchie ile Lisa Collier Cool’un birlikte kaleme aldığı ‘Beware the Night’ adlı kitaptan uyarlanan film, her yönüyle kopuk parçalardan müteşekkil. Yönetmen, bu tür filmlerin olmazsa olmazı ‘bilim-din’ çatışmasını bir kenara bırakıp olabilecek en kaba ve yüzeysel şekliyle inanç meselesine dalıyor. Burada, rahip Mendoza karakteri hikâyeye biraz olsun ivme kazandırıyor. Kendi inancı da birden çok kez sınanmış rahip Mendoza rolünde Edgar Ramirez çok iyi oynuyor. Fakat Sarchie’nin yaşadığı dönüşümün motivasyonları o kadar zayıf ki, sonuç inandırıcı değil.İşin teknik kısmında, Scott Derrickson’ın türün en klişe korkutma numaralarına başvurması şaşırtıcı. Atmosfer oluşturma ve kötülüğün kaynağına dair felsefi tartışmalar gibi iki verimli alana sırt çevirip ani korkutma refleksine bel bağlaması, yönetmen hanesine bir hayal kırıklığı olarak yansıyor. Derrickson, hikâyeyi anlatırken herhangi bir yenilik, dil ve üslup arayışına girmediği gibi, klişeleri de olabilecek en banal haliyle kullanıyor. Üstelik başka türlere yaklaşma girişimindeki acemilik ve tutarsızlık ipin ucunu bütünüyle elinden kaçırmasına neden oluyor. Her şeye rağmen film, finale doğru seyirciye sunduğu yaklaşık 20 dakikalık şeytan çıkarma bölümü ile bu türün meraklılarını tatmin edebilir.Girişteki, ‘kötülük problemi’ne dönersek, bu sorunsala “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.” diyen Bediüzzaman’ın sözlerini hatırlayalım. Dileyen meseleyi şeytanın ateşten yaratılmasına kadar götürüp Lemalar’daki ilgili bölüme de bakabilir: “Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olmakla, ‘şeytanın hilkati şerdir’ diyemez.” Ya da isterseniz, şeytanın şerrinden Allah’a sığınarak bu ‘kadim’ meseleyi sinema salonlarına havale edelim!

15 Ağustos 2014 Cuma

Yaş yetmiş, iş bitmemiş!

Sylvester Stallone’nin 80’li ve 90’lı yılların gözden düşmüş aksiyon yıldızlarını toplayarak piyasaya sürdüğü ‘Cehennem Melekleri’ serisinin üçüncü adımında da değişen bir şey yok. Wesley Snipes’ın dahil olduğu ihtiyar ekip, eski usul yöntemlerle yoluna devam ediyor.Kabzımal diliyle söylersek ‘ıskartalar’, Türkiye gündemine uygun ifadesiyle ‘tasfiye edilenler’... Gözden çıkarılmış ekip anlamındaki ‘The Expendables’ (Cehennem Melekleri) sinemadaki üçüncü macerasında da bildiğini okuyor. Barney Ross (Sylvester Stallone) ve ekibi, bu kez Ortadoğu ve Asya’da etkin olan bir silah tüccarını ‘paketleme’ işini alıyor. Peşine düştükleri acımasız silah tüccarının, Cehennem Melekleri ekibinin kurucusu ve Barney’nin uzun yıllar önce öldürdüğünü sandığı Conrad Stonebanks (Mel Gibson) olduğu anlaşılınca bütün planlar değişir. Barney, yaşlı ekibini tasfiye edip gençleştirme operasyonuna gider ve yeni bir takımla yola çıkar.80’li ve 90’lı yılların elden ayaktan düşmüş, mimiksiz birer kas yığınına dönmüş bütün aksiyon yıldızlarını bir araya getiren film; hikâye, senaryo, karakter oluşturma, söylem, zekâ parıltısı gibi alanlarda eskiye takılıp kaldığı için 2000’lerin dünyasına gelmekte zorlanıyor. Hal böyle olunca filmi izleyebilmek için bize üç yol kalıyor.Birinci yol: Nostalji. Cehennem Melekleri serisinde 80’li ve 90’lı yılların aksiyon yıldızlarının tarzları aynen korunuyor. Hatta üçüncü filmde topa giren Mel Gibson bile ‘Cehennem Silahı’ ve ‘Mad Max’ filmindeki karakterini hatırlatırcasına işi ‘çılgınlığa’ vuruyor. Cehennem Melekleri; zekâ kıvılcımı içermeyen operasyonlar, tek planın ‘kapıyı kırıp almak’ olduğu, her badirenin bilek gücüyle atlatıldığı aksiyon filmlerini hatırlayıp çocukluk ya da gençlik günlerinin dünyasına sinemasal bir yolculuk yapmak isteyenler için ucu bucağı görünmeyen bir çöl gibi. Bu devirde yazlık sinema aramak nafile ama AVM sinemalarında gazoz ve çekirdek bulabilirseniz nostaljinin dibini görürsünüz!GENÇLEŞTİRME OPERASYONUİkinci yol: Gençleştirme operasyonu. Filmi, ‘başkanların çiftliği’ olmaktan bir türlü kurtulamayan ülkemiz futbol takımları için sıklıkla gündeme gelen ‘gençleştirme operasyonu’ penceresinden izleyebilirsiniz. Malum, Almanya söz konusu olduğunda Dünya Kupası’na kadar uzanan bu ‘süreç’ nedense ülkemiz için daima bir ütopya olarak kalır. Eskilerin tecrübesiyle gençlerin dinamizminden bir ‘takım oyunu’ çıkarma hülyasının sinemadaki versiyonu olarak görebilirsiniz ‘Cehennem Melekleri 3’ü. İkinci filmde Liam Hemsworth ile uç veren gençleştirme çabası, bu kez Victor Ortiz, Ronda Rousey ve Kellan Lutz ile devam ettiriliyor. Sonuç, bizim Milli Takım’ın hali gibi. İşler kötü gidince hemen eskilere sarılıyor Barney Ross.Üçüncü yol: ABD’nin paramiliter yayılmacılığı. Bu yol biraz daha zor. Zira filmi izlerken, hatırlamak istemediğiniz onlarca görüntü belleğinize gelip yerleşecek. Barney Ross ve ekibini, dünyanın her ülkesine elini kolunu sallayarak girip operasyon yapan, ‘üçüncü dünya’nın sokaklarında, dağlarında, yollarında sokak köpeği itlaf eder gibi adam öldüren ve ne hikmetse hiçbir kolluk kuvvetinin mukavemetiyle karşılaşmayan ABD’li ‘kahramanlar’ın paramiliter kalıntısı olarak göreceksiniz. Hatırlayalım, serinin ilk filmi diktatörlükle yönetilen bir Güney Amerika ülkesinde; ikinci film, ‘Başkanın Adamları’ndan (1997) bu yana bir kabile devletiymiş gibi beyazperdeye yansıtılan Arnavutluk’ta; üçüncü film ise Türkmenistan ve Özbekistan isimlerinden türetilmiş Azmenistan adlı hayalî bir Orta Asya devletinde geçiyor.Evet, ‘Cehennem Melekleri 3’ü izlemek için önünüzde üç yol var. Tercih sizin; dileyen ‘kafa dağıtmak’ ya da sıcak havalardan serin salonlara kaçmak gibi dördüncü ve beşinci yolları da seçebilir. Aksi halde; senaryo, hikâye, yönetmenlik ve estetik bakımından hiçbir zekâ pırıltısı ve özgünlük içermeyen bu gürültülü, bol patlamalı, klişe yumağı filme katlanmak pek mümkün değil.Öte yandan, Cehennem Melekleri serisinin fikir babası Sylvester Stallone’ye de kızamıyorsunuz. Bunca yıl, kahraman diye peşinden koşulan elsiz ayaksız kötürümlerin memleketi geleceğe taşımasını beklerken, bir anda ‘Back to the Future’ efektiyle 1930’lara ışınlandığımız düşünülürse Stallone ve arkadaşlarının 80’ler - 90’lar ısrarı gayet masum. İçinden geçtiğimiz ‘süreç’ bize sürreal gelmiyor ise sinemanın elden ayaktan düşmüş bu ihtiyar takımının geçmişte takılıp kalmasını çok görmemeliyiz.

8 Ağustos 2014 Cuma

Bize yüzde 10 yeter

Fransız yönetmen Luc Besson’ın son filmi, geçirdiği kaza sonucu beyninin yüzde yüzünü kullanmaya başlayan Lucy adlı bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. Bir parodi olsa eğlenerek izlenebilecek film, Tayvan’dan Avrupa’ya uzanan bir suç öyküsüne bilimi katık ederek yol almaya çalışan, entelektüel görünmeye çabalarken gülünç olan bir yapım.Fransız yönetmen Luc Besson, ‘Arthur ile Minimoylar’dan (2006) sonra bir daha film çekmeyeceğini açıklamıştı. Keşke sözünü tutsaydı ve tekrar kamera arkasına geçmeseydi. ‘Leon’un ve ‘Nikita’nın yönetmeni olarak kalsaydı sinemaseverlerin belleğinde. Ama öyle olmadı, Hollywood’un fason üretim yapan Fransız şubesi olmaya devam etti.Doğrusu, ilk dönemleri itibarıyla parlak çıkış yapan her yönetmenin ileride ‘çuvallama’ hakkı saklıdır. Misal, M.Night Shyamalan, bu hakkını 2010 yapımı ‘Son Hava Bükücü’de gayet ihtişamlı bir şekilde kullanmıştı. Hatırlanacağı gibi Shyamalan, üçüncü filmi ‘Altıncı His’ten (1999) sonra ‘Yeni Hitchcock’ güzellemeleriyle karşılanmıştı. Aslında bu, futboldaki ‘Yeni Maradona’ efsanesi gibi bir şey. Malum, yıldızı parlayan Güney Amerikalı her futbolcu (hele de Arjantinliyse), vakit kaybedilmeden ‘Maradona’nın veliahtı’ ilan edilir. Neyse ki Messi, bu arayışlara -şimdilik- son verdi. ‘Maradona kompleksi’nin sinemadaki örneklerinden biri olan Luc Besson’ın bugün gösterime giren son filmi ‘Lucy’, yönetmenin Leon’dan (1994) sonraki dönemini anlatmak için tek başına yeterli.‘Lucy’, Tayvan’dan Avrupa’ya uzanan bir suç öyküsüne bilimi katık ederek yol almaya çalışıyor. Taipei’de neden bulunduğunu anlamadığımız Lucy, bir hafta önce tanıştığı Richard tarafından bir uyuşturucu pazarlığında kurye olarak kullanılır. Zekâsının yüzde birini kullanabilen Lucy’nin vücuduna Avrupa’ya gönderilmek üzere uyuşturucu yerleştirilir. Ancak bu uyuşturucu madde, beklenmedik bir şekilde Lucy’nin vücudunda kana karışmaya başlayınca onu insan üstü bir varlığa dönüştürür. Daha doğrusu, bu kimyevi madde Lucy’nin beyninin yüzde yüz kapasiteyle çalışmasına yol açar. Akıl okuma, telekinezi ve acıyı hissetmeme gibi özelliklere sahip olan Lucy, hem uyuşturucu çetesinden intikam almaya çalışır hem de içine düştüğü durumdan kurtulmak için dünyaca ünlü bilim adamı Profesör Norman’ın peşine düşer.SUYUNDAN DA KOY YÖNETMENİM!‘Lucy’, spekülatif bilimin asırlardır üzerinde tahminler yürüttüğü bir mevzudan yola çıkıyor: Beyninin ancak yüzde 10’unu kullanabilen insanın beyni, bütün bölgeleriyle aktif olur ve tam kapasite çalışırsa ne olur? Bilmem kaçıncı kez bir bilim adamı rolüyle gördüğümüz Morgan Freeman, yıllarını bu meseleye vakfetmiş Prof. Norman rolünde detaylı bir şekilde bu teoriyi açıklıyor. Ama öyle böyle değil. 89 dakikalık filmin, yaklaşık 30 dakikası ‘info’ ile geçiyor. Geri kalanı ise Besson’ın senaryosunu yazdığı filmlerden (Wasabi, Son Üç Gün) kopyalanmış silahlı çatışma sahneleri, ‘Taksi’ serisinden öykünülmüş araba takip sahneleri, Güney Kore intikam sineması örgüsü ve Ron Fricke’nin ‘Baraka’sından (1992) alıp aynen kullanılmış görüntüler...‘Lucy’de, Batılıların “pseudo-intellectual” dediği entelektüel görünme çabası (sahte entelektüellik) o kadar bariz ki, Luc Besson ağdalı bilimsel ifadeler ile ciddiyetle laf söylediği bir konuda gülünç duruma düştüğünün farkında değil. Besson’ın en büyük hatası, bu malzemeden bir parodi çıkarmamak olmuş! Öyle ki ‘Lucy’den, süper kahraman filmlerini dalgaya alan Mel Brooks tarzı bir güldürü çıkabilirmiş. Aslında bu haliyle de çıkar, en azından o gözle izlenebilirmiş. Fakat yönetmen o kadar kasıyor ki, elindeki malzemeyi iyice dağıttıktan sonra ne yapacağını bilemeyip infilak ediyor.‘Lucy’nin oradan buradan ‘yama’ tutturma hallerine Neil Burger imzalı ‘Limit Yok’u (2011) da eklemeliyiz. Orada da üçüncü sınıf bir yazar, aldığı bir hap ile beynini tam kapasite ile çalıştırmış ve sonradan yan etkiler görülmeye başlanmıştı. ‘Limit Yok’, Besson’a ne kadar ilham verdi bilemeyiz ama iki filmin bir başka ortak özelliği de Besson’ın ‘Lucy’de Scarlett Johansson ve Asya’nın karizma oyuncusu Choi Min-sik’i meze yapması gibi Burger da ‘Limit Yok’ta Robert de Niro ve Abbie Cornish’i harcamıştı. Üstelik, ‘Lucy’nin profili ‘Limit Yok’tan daha düşük.‘Lucy’yi izlerken eğlenebilir, hatta Morgan Freeman’ın anlattıklarını fazla ciddiye alırsanız filmi sevebilirsiniz bile. ‘Baraka’yı izlememiş, Mel Brooks’a ve hipotez-teori-kanun gibi temel bilimsel kavramlara bile aşina değil ve bir de ‘Limit Yok’u görmemiş iseniz Lucy’ye hayran bile kalabilirsiniz; uyarmadı demeyin!