11 Ekim 2014 Cumartesi
Mutluluk hiçbir şeydir, imaj her şey! [Haftanın filmleri 'VİZYONDAKİLER'de]
David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını yüzümüze çarpıyor. Modern bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini çarpıcı hamlerle yırtıyor.“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Anna Karenina, Leo N. Tolstoy)Geçen yüzyılın sonunda ‘müjdesi’ verilen bilgi çağının ve beraberinde gelen akıl almaz teknolojik gelişmenin bizi ikiyüzlü bir ‘imaj çağı’na mahkûm edeceğini kim bilebilirdi? Görüntünün, hakikat dahil her şeyi perdelediği, içinden çıkılması güç bir hapishanedeyiz artık. The Truman Show’un (1998) imajların kurmaca dünyasında yaşayan ana karakterini hatırlayalım. Hani filmin sonunda o ‘yalan dünya’nın çeperini yırtıp ‘gerçek dünya’ya adım atıyor ya... Şimdinin gözüyle bakınca ne kadar da naif! İmajlar hapishanesinde mutlu-mesut yaşayıp giden günümüz insanının kabuğunu kırabileceği öyle bir dünya kalmadı.Yaşayıp durduğumuz imaj hapishanesi sadece yalan ve riya üzerinde yükselmiyor. Zemininde, kapitalizm ile postmodernizmin sıkı işbirliği sonucu yayılan tüketim ekonomisi yatıyor. Bu muazzam çark, bireye ait bütün özel ve mahrem alanları, onun duygularını, zamanını, birikimini, düşüncelerini, topyekun hayatını ‘piyasa ekonomisi’ içinde alınır-satılır bir meta haline getiriyor. Daha ürkütücü olanı ise bireyin hiçbir zorlama ve baskı hissetmeden, bu çarkı yürütmek için üzerine düşen hemen her şeyi gönüllü olarak yapmasıdır. Kapitalizmin en acımasız haliyle yaşandığı ülkemiz, hiç şüphesiz imajlar hapishanesinin en mümtaz şubesi. Özellikle son 10 aydır (bir yönüyle 12 yıldır) yaşadıklarımız, imajların ve algıların her alanda galip geldiğini gösteriyor. ‘En azından şimdilik’ diyelim de geleceğe dair umudumuz saklı kalsın.MUTSUZLUĞUN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN?Bu haftanın menüsünde imaj, riya, mutluluk ve mutsuzluk üzerine kafa yorabileceğimiz sıkı bir film var. David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız / Gone Girl’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını, yani riyayı yüzümüze çarpıyor. Modern ve serbest bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini sinsi, kurnaz ve çarpıcı hamleler ile yırtıyor. Mutluluk kılıfının altındaki mutsuzluğu hiç acele etmeden, kazıya kazıya gösteriyor seyirciye.New York’lu yazar Nick ve çocukluğundan itibaren bir ‘proje’ gibi yaşayan karısı Amy’nin parıltılı hayatı beşinci evlilik yıldönümlerinde sarsılır. O sabah Amy esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Evde boğuşma izleri vardır. Nick, şüphe uyandırıcı davranışları ve kendisinden beklenen hüznü takınmadığı için polisin bir numaralı şüphelisi olur. Amy’nin kaybolması ve cinayet şüphesi, onların evliliği üzerindeki gizemi de gündeme getirir. Polisin yürüttüğü soruşturma, komşuların, kasaba halkının ve medyanın da dahil olmasıyla karmaşık bir hal alır.2011’de Ejderha Dövmeli Kız’ın yeniden çevirimiyle biraz hayal kırıklığına yol açan yönetmen David Fincher, ‘Kayıp Kız’ ile ustası olduğu polisiye-gerilim sularına dönüyor. ABD’li yazar Gillian Flynn’ın filme kaynaklık eden aynı adlı romanı, özellikle ustalıklı kurgusu ve güçlü kadın karakteriyle öne çıkıyordu. Roman, ülkemizde Artemis Yayınları etiketiyle geçtiğimiz yıl yayımlanmıştı. Senaryoyu Flynn’a emanet eden Fincher, kitabın kurgusunu bir adım ileriye taşıyarak gerilimi ve gizemi daha da artırıyor. Açılışta Nick’in seslendirdiği şu cümleler, ne kadar güvensiz, gerilimli ve gizemli bir evlilikle karşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor: “Ne düşünüyorsun Amy?.. Evliliğimiz boyunca dile getirmesem bile, içten içe, sürekli sorduğum soru bu. Sanırım bu tür sorular tüm evliliklerin kaçınılmazı: Ne düşünüyorsun? Neler hissediyorsun? Sen kimsin? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız?”Yönetmen, ana hikâyeyi polisiye kayıp olayı üzerinde yürütüyor. Perdeye yansıyan tarih düşürmeler sayesinde zaman ile oynama kozunu elinde tutuyor. Böylece ihtiyaç duyduğunda kaybolma olayında iz sürülen kronolojik zamanı bir kenara bırakarak ‘anı-bellek zamana’ geçiş yapabiliyor. Bu ustalıklı geçişler, Nick ve Amy’in üzerindeki gizemi ortadan kaldırmak yerine gerilimi ve merak unsurunu daha da artırıyor. Çünkü Nick’in dış sesiyle başlayan hikâye anlatımı usta bir hamle ile Amy’ye geçiyor. Gizem perdesi aralandığında bile yönetmenin kurguladığı gerilim sona ermiyor.Yıllardır kayıp olan Hollywood’un ‘yönetmenler kuşağı’nı yeniden diriltebilecek isimlerden biri olan Fincher, hayranı olduğu Hitchcock’un gerilim ruhunu ‘Kayıp Kız’ın tekinsiz atmosferine ustalıkla yansıtıyor. Oyuncu seçimiyle de takdiri hak eden filmde Rosamund Pike üst düzey bir performans sergilerken Ben Affleck, kariyerinin en iyi rolünü çıkarıyor. Dedektif Boney’de Kim Dickenson, kız kardeş Margo’da Carrie Coon ve filme tehlikeli bir Muhteşem Gatsby efekti katan Neil Patrick Harris de hikâyeye ruh katan oyuncular. ‘Kayıp Kız’, yılın en iyi filmleri arasına adını şimdiden yazdırıyor.HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ
10 Ekim 2014 Cuma
Mutluluk hiçbir şeydir, imaj her şey!
David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını yüzümüze çarpıyor. Modern bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini çarpıcı hamlerle yırtıyor.“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Anna Karenina, Leo N. Tolstoy)Geçen yüzyılın sonunda ‘müjdesi’ verilen bilgi çağının ve beraberinde gelen akıl almaz teknolojik gelişmenin bizi ikiyüzlü bir ‘imaj çağı’na mahkûm edeceğini kim bilebilirdi? Görüntünün, hakikat dahil her şeyi perdelediği, içinden çıkılması güç bir hapishanedeyiz artık. The Truman Show’un (1998) imajların kurmaca dünyasında yaşayan ana karakterini hatırlayalım. Hani filmin sonunda o ‘yalan dünya’nın çeperini yırtıp ‘gerçek dünya’ya adım atıyor ya... Şimdinin gözüyle bakınca ne kadar da naif! İmajlar hapishanesinde mutlu-mesut yaşayıp giden günümüz insanının kabuğunu kırabileceği öyle bir dünya kalmadı.Yaşayıp durduğumuz imaj hapishanesi sadece yalan ve riya üzerinde yükselmiyor. Zemininde, kapitalizm ile postmodernizmin sıkı işbirliği sonucu yayılan tüketim ekonomisi yatıyor. Bu muazzam çark, bireye ait bütün özel ve mahrem alanları, onun duygularını, zamanını, birikimini, düşüncelerini, topyekun hayatını ‘piyasa ekonomisi’ içinde alınır-satılır bir meta haline getiriyor. Daha ürkütücü olanı ise bireyin hiçbir zorlama ve baskı hissetmeden, bu çarkı yürütmek için üzerine düşen hemen her şeyi gönüllü olarak yapmasıdır. Kapitalizmin en acımasız haliyle yaşandığı ülkemiz, hiç şüphesiz imajlar hapishanesinin en mümtaz şubesi. Özellikle son 10 aydır (bir yönüyle 12 yıldır) yaşadıklarımız, imajların ve algıların her alanda galip geldiğini gösteriyor. ‘En azından şimdilik’ diyelim de geleceğe dair umudumuz saklı kalsın.MUTSUZLUĞUN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN?Bu haftanın menüsünde imaj, riya, mutluluk ve mutsuzluk üzerine kafa yorabileceğimiz sıkı bir film var. David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız / Gone Girl’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını, yani riyayı yüzümüze çarpıyor. Modern ve serbest bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini sinsi, kurnaz ve çarpıcı hamleler ile yırtıyor. Mutluluk kılıfının altındaki mutsuzluğu hiç acele etmeden, kazıya kazıya gösteriyor seyirciye.New York’lu yazar Nick ve çocukluğundan itibaren bir ‘proje’ gibi yaşayan karısı Amy’nin parıltılı hayatı beşinci evlilik yıldönümlerinde sarsılır. O sabah Amy esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Evde boğuşma izleri vardır. Nick, şüphe uyandırıcı davranışları ve kendisinden beklenen hüznü takınmadığı için polisin bir numaralı şüphelisi olur. Amy’nin kaybolması ve cinayet şüphesi, onların evliliği üzerindeki gizemi de gündeme getirir. Polisin yürüttüğü soruşturma, komşuların, kasaba halkının ve medyanın da dahil olmasıyla karmaşık bir hal alır.2011’de Ejderha Dövmeli Kız’ın yeniden çevirimiyle biraz hayal kırıklığına yol açan yönetmen David Fincher, ‘Kayıp Kız’ ile ustası olduğu polisiye-gerilim sularına dönüyor. ABD’li yazar Gillian Flynn’ın filme kaynaklık eden aynı adlı romanı, özellikle ustalıklı kurgusu ve güçlü kadın karakteriyle öne çıkıyordu. Roman, ülkemizde Artemis Yayınları etiketiyle geçtiğimiz yıl yayımlanmıştı. Senaryoyu Flynn’a emanet eden Fincher, kitabın kurgusunu bir adım ileriye taşıyarak gerilimi ve gizemi daha da artırıyor. Açılışta Nick’in seslendirdiği şu cümleler, ne kadar güvensiz, gerilimli ve gizemli bir evlilikle karşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor: “Ne düşünüyorsun Amy?.. Evliliğimiz boyunca dile getirmesem bile, içten içe, sürekli sorduğum soru bu. Sanırım bu tür sorular tüm evliliklerin kaçınılmazı: Ne düşünüyorsun? Neler hissediyorsun? Sen kimsin? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız?”Yönetmen, ana hikâyeyi polisiye kayıp olayı üzerinde yürütüyor. Perdeye yansıyan tarih düşürmeler sayesinde zaman ile oynama kozunu elinde tutuyor. Böylece ihtiyaç duyduğunda kaybolma olayında iz sürülen kronolojik zamanı bir kenara bırakarak ‘anı-bellek zamana’ geçiş yapabiliyor. Bu ustalıklı geçişler, Nick ve Amy’in üzerindeki gizemi ortadan kaldırmak yerine gerilimi ve merak unsurunu daha da artırıyor. Çünkü Nick’in dış sesiyle başlayan hikâye anlatımı usta bir hamle ile Amy’ye geçiyor. Gizem perdesi aralandığında bile yönetmenin kurguladığı gerilim sona ermiyor.Yıllardır kayıp olan Hollywood’un ‘yönetmenler kuşağı’nı yeniden diriltebilecek isimlerden biri olan Fincher, hayranı olduğu Hitchcock’un gerilim ruhunu ‘Kayıp Kız’ın tekinsiz atmosferine ustalıkla yansıtıyor. Oyuncu seçimiyle de takdiri hak eden filmde Rosamund Pike üst düzey bir performans sergilerken Ben Affleck, kariyerinin en iyi rolünü çıkarıyor. Dedektif Boney’de Kim Dickenson, kız kardeş Margo’da Carrie Coon ve filme tehlikeli bir Muhteşem Gatsby efekti katan Neil Patrick Harris de hikâyeye ruh katan oyuncular. ‘Kayıp Kız’, yılın en iyi filmleri arasına adını şimdiden yazdırıyor.
9 Ekim 2014 Perşembe
Altın Portakal, sancılı başlıyor
Altın Portakal Film Festivali’nin 51. yılı sansür tartışmalarının gölgesinde başlıyor. Sansüre uğrayan ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ filminin de yer aldığı 13 belgeselin festivalden çekilmesiyle dün Ulusal Belgesel Yarışması iptal edildi.Altın Portakal Film Festivali, 51. yılına sansür krizinin gölgesinde giriyor. O kadar ki, yarın başlayacak festivalin program akışı bile henüz açıklanmadı. Oysaki festival, uzun süre sonra ilk kez ulusal ve uluslararası yarışma bölümündeki seçkisiyle heyecan uyandırmıştı.HER ŞEY UMUTLA BAŞLAMIŞTIKeşke sinema dünyası, festivalde yarışacak filmlere ya da Antalya’ya gelecek yabancı konuklara odaklansaydı. Fakat yaşanan sansür krizi, bütün bunları gölgede bıraktı. Aslında her şey 100. yıla yaraşır başlamıştı. Ödül heykelciği ufak dokunuşlarla yenilendi, Al Pacino gibi dünyaca ünlü oyuncular festivale davet edildi, yeniden ‘uluslararası’ olma hedefi konuldu. Hatta ilk basın toplantısı, Lumiere Kardeşler imzalı, sinema tarihini başlatan filmin bu topraklardaki ilk gösteriminin yapıldığı Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirildi... 51. yılında ‘Gelenekten geleceğe’ sloganıyla yola çıkan Altın Portakal’ın geçmişindeki ‘sansür geleneğini’ 2014’lere taşıyacağı kimsenin aklına gelmemişti!Elif Dağdeviren, Alin Taşçıyan, Hülya Uçansu ve Zeynep Özbatur Atakan’dan oluşan festival komitesinin de katıldığı basın toplantısında Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’e o kritik soru soruldu: “İyi bir Gezi filmi festivale başvurursa yarışabilecek mi?” Türel’in cevabı netti: “Yarışmaya kıstas, engel koyamayız. Film festivalimiz herkese açık. Siyasi filmler olacaktır. Biz filmleri herhangi bir siyasi yapıya sahip diye Altın Portakal’da yarışmaktan men edemeyiz.”TCK’YA GÖRE FİLM SEÇMEKNe yazık ki olaylar başkanın sözlü teminatına göre gelişmedi. Gezi olaylarını konu alan, Reyan Tuvi’nin yönettiği ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı belgesel, ön jüri tarafından yarışmaya seçilmesine rağmen festival yönetimi tarafından Ulusal Belgesel Yarışması’ndan çıkarıldı. Üstelik bu uygulama Berke Baş, Ayşe Çetinbaş ve Seray Genç’ten oluşan ön jürinin açıklamasıyla ortaya çıktı. Festival yönetimi, söz konusu filmin yarışmaya alınmamasına gerekçe olarak Türk Ceza Kanunu’nun 125. (kişilere hakaret) ve 299. (Cumhurbaşkanına hakaret) maddelerini gösteriyordu. Sinema dünyası şaşkınlık içindeydi zira işin içinde, hepsi birbirinden tecrübeli ve adlarını sansürle yan yana anamayacağınız festival komitesi üyeleri vardı.Festival komitesi cevaben, meselenin Gezi ile ilgisi olmadığını, festivalde başka ‘Gezi filmleri’ de olduğunu açıkladı. Ancak yine de TCK’nın ilgili maddelerine dayandırılarak sansür kararını savundu. Bu açıklamaya ilk tepki Sinema Yazarları Derneği’nden (SİYAD) geldi. Derneğe üye 75 sinema yazarı bir bildiri yayımlayarak olayın sansür olduğu ve festival yönetiminin söz konusu belgeseli yönetmenin kurguladığı haliyle yarışmaya geri alması gerektiği vurgulandı. Festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 10 jüri üyesi de yaşananları ‘vahim’ olarak nitelendirdi. Festival yönetimi ise geri adım atmak yerine Reyan Tuvi üzerinde baskı kurarak festivalin akıbetini ve sorumluluğunu yönetmenin omuzlarına bıraktı. Tuvi de ‘festivalin yapılması’ için İngilizce altyazıdaki bir kelimeyi çıkarmayı kabul etti.BELGESELCİLER ÇEKİLDİ, YARIŞMA İPTAL!‘Kriz çözüldü’ derken, festival komitesinin bu uzlaşmayı duyururken kullandığı ifadeler sinema dünyasını hareketlendirdi. Filmin ‘yeni versiyonuyla’ başvuru yaptığı ve yarışmaya öyle kabul edildiğini açıklayan yönetim, hatasını kabul etmeyen ve sansürü savunmaya devam eden açıklamasıyla krizi yeniden alevlendirdi. Tepkiler artınca da en başta yapması gerekeni sonda yaparak hatasını kabul etti ve uzlaşma çağrısı yaptı. Fakat sansür kararından dolayı yine özür dilenmediği için önce Ulusal Belgesel Yarışması jüri başkanı Can Candan istifa etti, ardından da ulusal ve uluslararası uzun metraj dahil, festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 11 jüri üyesinin istifası geldi. 40’a yakın sinema yazarının ve birçok sinema platformunun festivale katılmayacağını açıklamasının ardından Reyan Tuvi’nin de aralarında olduğu Ulusal Belgesel Yarışması’ndaki 13 yönetmen, filmlerini festivalden çekti. Festival de çareyi yarışmayı iptal etmekte buldu. Kutluğ Ataman hariç, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nda yer alan filmlerin yapımcı ve yönetmenleri ise bir açıklama yaparak festivale katılacaklarını açıkladı. Festival yönetiminin sansür uyguladığı belirtilen açıklamada, festivale katılarak ve seslerini duyurarak sansürle mücadele edileceği ifade edildi.Sonuç olarak, festivalin can damarı olan ulusal uzun metraj yarışması, yapımcı ve yönetmenlerin bu açıklamasıyla ‘direkten döndü’. Fakat festival yönetiminin sansür kararı ve devamındaki anlamsız inadı yüzünden Türk sinemasının 100. yılında Altın Portakal, büyük bir yara aldı.Ulusal Uzun Metraj YarışmasıBalık / Derviş ZaimÇekmeköy Underground / Ayşim Türkmen KeskinFakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku /Çiğdem VitrinelGuruldayan Kalpler / Ömer Uğurİtirazım Var / Onur Ünlüİyi Biri /Ayhan SonyürekKlama Dayika Min – Annemin Şarkısı / Erol MintaşKumun Tadı / Melisa ÖnelKuzu / Kutluğ AtamanNeden Tarkovski Olamıyorum / Murat DüzgünoğluOflu Hoca’yı Aramak – O.H.A. /Osman Levent SoyarslanSivas / Kaan MüjdeciUluslararası Uzun Metraj YarışmasıMahkeme (Chaitanya Tamhane)Michael Jackson Anıtı (Darko Lungulov)Beyaz Tanrı (Kornél Mundruczó)Test (Alexandr Kott)Çekingen (Marienne Tardieu)Turist (Ruben Östlund)Macondo (Sudabeh Mortezai)Villa Touma (Suha Arraf)Dağdaki Tabut (Xin Yukun)Her Şeye Rağmen (Maciej Pieprzyca)
3 Ekim 2014 Cuma
Sinema, bir şenliktir
Cem Yılmaz’ın yeni filmi ‘Pek Yakında’, ailesini yeniden bir araya getirebilmek için film çeken bir adamın öyküsünü anlatıyor. Türk sinemasının 100. yılına yaraşır naiflikteki film, aynı zamanda Yeşilçam’a saygı ve sevgilerini sunuyor. Kimyası yüksek oyunculuklar da filmin hediyesi...Bir Cem Yılmaz filminin en belirgin alamet-i farikası komedisi, gişe potansiyeli veya vaat ettiği eğlenceden ziyade, işçilik kalitesidir. Cem Yılmaz, Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan yahut Zeki Demirkubuz filmlerinde görülebilecek titiz bir işçilikle çekiyor filmlerini. Komedyen yönü ağır bastığından olsa gerek, Yılmaz’ın bu yönü hep göz ardı edilir; ama kendi ifadesiyle söylersek onu ‘filmci’ yapan en önemli yanı da bu titizliğidir. Aksi halde, mukayese edildiği diğer komedyenlerin kolaycılığına kapılıp sinemaya salt ‘para makinesi’ gibi yaklaşabilirdi. Nitekim G.O.R.A. ve A.R.O.G.’u bu türden kabul edebiliriz, fakat onlarda bile belli bir kalitenin altına düşmedi. Cem Yılmaz’ın bu titizliği sinema sevgisinden, sinemaya olan tutkusundan ileri geliyor. Bu açıdan bakınca ‘Pek Yakında’, ünlü komedyenin sinemaya tutkudan öte, saygıyla bağlı olduğunu açıkça gösteriyor. Film içinde film çekilen filmlerden biri Pek Yakında. Daha ‘kitabi’ söylenişiyle sinemaya içeriden bir bakış. Dünya sinemasında birçok örneği bulunan bu tür filmlerin bizdeki en yetkin ve ‘hazin’ örneği hiç şüphesiz ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’dir. Cem Yılmaz da doğru bir tercih ile bu Yavuz Turgul klasiğinin izinde ilerliyor. ‘Pek Yakında’, ailesini yeniden bir araya getirebilmek için sinemaya sarılan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Vaktiyle önemli filmlerde figüranlık yapmış Zafer, günümüzde korsan DVD satarak hayatını sürdürmektedir. Kanunsuz işlerinden dolayı karısı ondan boşanmak isteyince “korsana hayır” diyerek tövbe eder. Ancak Zafer, hatırlı patronunun “son bir iş yap, öyle bırak” teklifine hayır diyemez. Sonra işler sarpa sarar ve olaylar Zafer’i bir sinema filminin yapımcısı haline getirir. Ailesini geri kazanmak isteyen Zafer, eski filmci tanıdıklarından oluşan bir ekiple 1970’lerden beri çekilememiş fantastik proje ‘Şahikalar: Kötülüğün Sonu’nu çekmeye başlar. AH BU FİLMLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN Türk sinemasının 100. yılına yaraşır naiflikteki ‘Pek Yakında’, aynı zamanda Yeşilçam’a saygı ve sevgilerini sunuyor. Üstelik sadece göndermeler, dokundurmalar ve espriler ile sınırlı değil; filmin hikâyesi, karakterleri ve bütüne yayılan naifliği de bu saygı duruşuna katkı yapıyor. Film, adından başlayarak, jenerikte ‘yönetmen’ yerine ‘rejisör’ü tercih etmesine kadar bir an olsun saygıda kusur etmiyor. Yavuz Turgul sineması başta olmak üzere Ertem Eğilmez sineması, Sadri Alışık, günümüz sanat sineması ve fantastik/avantür sinemamız bu sevgi dolu saygı geçidinde bol bol selamlanıyor. Yeşilçam’ın yanı sıra özellikle senaryodaki düğümler atılırken (‘son bir iş’ teması gibi) Hollywood da devreye giriyor. Bazı diyaloglarda ise doğrudan Hollywood filmlerine selam gönderiliyor (polis arabasındaki diyaloglar gibi). Cem Yılmaz’ın sivri dili ve keskin zekâsı sadece naif bir Yeşilçam güzellemesiyle yetinmiyor elbette. Kimi zaman sektöre (oyuncular, yönetmenler, televizyoncular, yapımcılar, sanat sineması, festival filmleri) eleştirel bir bakışla yaklaşıp bir nevi eleştirmenliğe de soyunuyor. ‘Pek Yakında’ ile birlikte Cem Yılmaz sinemasını ikiye ayırmanın vakti geldi de geçiyor. İkisi de aynı sinemacıya ait tabii ki fakat bir tarafta komedyen Cem Yılmaz’ın ağırlığı ve seyircinin ondan beklentileri ön plana çıkarken; diğer tarafta Cem Yılmaz’ın sinemacı, onun ifadesiyle ‘filmci’ yönü ağır basıyor. G.O.R.A., A.R.O.G. ve Yahşi Batı komedyen tarafında yer alırken; Her Şey Çok Güzel Olacak’ı da dahil edebileceğimiz sinemacı tarafta Hokkabaz ile Pek Yakında’yı sayabiliriz. Bu yönüyle kendi açımdan, belki ileride daha da kıymetlenecek Hokkabaz, açık ara Cem Yılmaz’ın en iyi filmi. Sonuç itibarıyla ‘Pek Yakında’, hikâyesinin sınırlarına göre süresini biraz uzun tutsa da sıkı esprileri, zekice göndermeleri, eğlenceli karakterleri, Yeşilçam’a saygısı ve sevgisiyle seyir zevki veren bir film. Kimyası yüksek oyunculuklar da filmin hediyesi…
Kaydol:
Yorumlar (Atom)