30 Ocak 2015 Cuma

Beni sev, beni öv, bana tabi ol!

Beş dalda Oscar’a aday olan ‘Foxcatcher Takımı’ ABD’de yaşanmış trajik bir olayı anlatıyor. Oyuncu kadrosunun takdiri hak ettiği film, klasik Hollywood anlatımının dışına çıkarak bir sistem eleştirisine dönüşüyor.Günlük hayatta bazı film repliklerinin olmadık yerde dost sohbetlerine sızması gibi büyük edebî eserler de iyi filmlerin içine sızar. Sızmaktan öte, o filme ruh üfler. F. Scott Fitzgerald’ın geçen yüzyılın eşiğinde yazdığı Muhteşem Gatsby (1925), “Altına Hücum” ile sembolleşen Amerikan Rüyası’nın erken dönem çöküşünü resmeder. Bu efsunlu rüya, çok çalışanın başarılı olacağı ve ödüllendirileceği, yetenek ve çalışma ile kısa sürede refahın ve şöhretin yakalanabileceği fikri etrafında şekillenir. Rüyanın en büyük motivasyonu ise ‘fırsat eşitliği’ sanrısıdır: Herkes eşit fırsatlara sahip; sen çalış, sen de başar!Bennett Miller’ın yönettiği Foxcatcher Takımı / Foxcatcher, Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’si ile birlikte değerlendirilmeyi hak eden bir film. Hikâyesi, Amerikan Rüyası’nın Rambo ile sembolleşen, milliyetçi dalgayla büyüyen Reagan dönemine denk düşüyor.Ağabeyi Dave gibi başarılı bir güreşçi olan Mark Schultz, 1984 olimpiyat ve 1985 dünya şampiyonudur. Babasız büyüdüğü için ağabeyi ona babalık ve akıl hocalığı yapmıştır. Ancak ağabeyinin gölgesinde kaldığını ve hak ettiği değeri görmediğini düşünür. Film, bunun altını çizen bir sahne ile açılıyor. Ağabeyi müsait olmadığı için onun yerine bir ilkokula konferansa giden Mark, Amerikan değerlerini ve başarıya giden yolu anlatır. Fakat öğrencilerin pek umursadığı yoktur. Konferans bitiminde 20 dolarlık ücretini veren muhasebe görevlisi, onu ağabeyi zanneder ve “Dave Schultz, değil mi?” diye sorar. Ardından gelen sahnede Mark antrenmana hazırlanırken ağabeyi Dave, Güreş Federasyonu’ndan üst düzey yetkililer ile görüşmektedir. Dave’in işi bitince Mark’ı çalıştırmaya gelir ve 4 dakikalık diyalogsuz güreş sahnesinde yönetmen iki kardeşin ilişkisindeki rol dağılımını, bu ilişkinin nasıl ayakta durduğunu etkili bir şekilde gösterir.BİR RÜYANIN SONUMark Schultz, ağabeyinin gölgesinden kurtulma fırsatını zengin vâris John du Pont’tan gelen teklifte bulur. 1988 Olimpiyatları’na hazırlanmak için bir güreş takımı kurmaya çalışan John du Pont, Mark’ı şu sözlerle ikna eder: “Amerikan değerlerini yüceltmeliyiz. Tıpkı eskiden olduğu gibi, herkes hak ettiği değeri ve saygıyı görmeli. Senin hak ettiğin değeri görmediğini düşünüyorum. Sen sadece ‘Muhteşem’ Dave Schultz’un kardeşi değilsin. Sen ‘Muhteşem’ Mark Schultz’sun.” Bennett Miller, Schultz kardeşlerin ilişkisiyle açtığı filmin odağına bir süre sonra John du Pont’u yerleştiriyor. Filmin esas derdi, John du Pont’un kişiliğinde simgeleşen Amerikan rüyasıyla. Beyaz Saray’ı andıran evleri ve bir Amerika alegorisi kıvamındaki çiftlikleri ile Amerika’nın kristalize olmuş hali du Pont’lar. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda orduya silah satarak zenginleşen bu ailenin vârisi John’un en büyük amacı annesinin gözüne girebilmek. Bir ‘koleksiyoncu’ olan John’u birçok sahnede -Fitzgerald’ın sözleriyle- “Az önce birini öldürmüş gibi” görürüz. Madalyaları ve plaketleri biriktirdiği birkaç odası var. Kuşbilimci, kabuklu canlılar uzmanı, pul koleksiyoncusu, madalya koleksiyoncusu ve spor meraklısı... Schultz kardeşleri de başarı koleksiyonunun bir parçası ve iktidarının kuklası yapmak niyetinde.YA BENİMSİN YA DA TOPRAĞIN!Foxcatcher, Hollywood mahsulü herhangi bir yönetmen elinde pekâlâ John du Pont’un kişisel trajedisi, annesiyle kurduğu Freudyen ilişki, arkadaşsızlığı ve sevgisizlik travması ekseninde gelişen duygusal bir drama olabilirdi. Capote (2005) ve Kazanma Sanatı (2011) filmlerinde yetkinliğini kanıtlayan Bennett Miller, meseleyi yine can alıcı yerinden yakalamasını biliyor. Hikâyenin merkezine Schultz kardeşlerin dramatik hayat öykülerini ya da John du Pont’un duygusal travmalarını değil, doğrudan Amerika’yı yerleştiriyor. Başından sonuna seyirciye bir karakter gerilimi yaşatıp müthiş bir belirsizlik duygusu ve tekinsiz bir atmosfer inşa ediyor.Tam da burada, Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly (2012) filminin çarpıcı repliğini hatırlayalım: “Amerika bir ülke değil, şirkettir.” Bu şirketin, türlü türlü başarı efsaneleri eşliğinde sunduğu rüyanın kibir, hegemonya, şovenizm ve histeri ile nasıl bir kâbusa döndüğünü gösteriyor Bennett Miller. Foxcatcher, son dönemde God Bless America (2011) ve Killing Them Softly ile birlikte Amerikan sistemini ince ince kıyan, sakin ama sert bir şekilde eleştiren nadir filmlerden biri. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Amerikan rüyasının insan ruhunda açtığı yaraları kalemiyle deşen Fitzgerald’dan beslenen Miller, aynı yüzyılın sonunda bu rüyanın bütün cesametiyle bir toplumun üzerine çöküşünü resmediyor.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Animasyon devi küçülüyor

Geçtiğimiz yıl Japonya’nın ünlü Ghibli Stüdyoları’nın kapatılacağıhaberinin ardından şimdi de DreamWorks Animasyon’dan küçülme haberi geldi. Şrek, Ejderhanı Nasıl Eğitirsin,Madagascar gibi serilerin üreticisi olan şirket, ekonomiksıkıntılardan dolayı bu yıl içinde 500 kişiyi işten çıkaracak.Hollywood’un büyük yapım şirketlerinden DreamWorks’ün animasyon şirketi DreamWorks Animasyon, sürpriz bir şekilde küçülmeye gidiyor. Amerikalı yapım şirketinden önceki gün yapılan açıklamada yıl sonuna kadar kademeli olarak 500 kişinin işten çıkarılacağı bildirildi. Mali olarak küçülmeye giden şirket, önümüzdeki üç yıl boyunca üreteceği film sayısını da azaltacak.Şrek, Kung Fu Panda, Ejderhanı Nasıl Eğitirsin, Madagascar, Çizmeli Kedi gibi animasyon filmlerinin yapımcısı DreamWorks Animasyon, işten çıkarmaların ‘kâr oranlarını düzenlemek’ için yapıldığını açıkladı. 2015 ile birlikte bir daralmaya giden şirket, bundan böyle biri yeni (orijinal) diğeri devam (sequel) olmak üzere yılda sadece iki film yapmayı planlıyor.2015’TE SADECE BİR FİLMŞirketin şimdiye kadar açıklanan 2015 projelerine bakıldığında bu durum daha net görülüyor. DreamWorks Animasyon’un 2015 planlamasında 27 Mart’ta Türkiye’de gösterime girecek Evim / Home’den başka bir film yok. Şirketin önümüzdeki üç yıla dair planlaması ise yılda iki film üzerine kurulu. 2016 programında Kung Fu Panda 3 ve Trolls; 2017’de Boss Baby ve The Croods 2; 2018’de ise Larrikins ve Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 3 filmleri var.Konuyla ilgili AP’ye konuşan DreamWorks Animasyon’un CEO’su Jeffrey Katzenberg, daralma ve işten çıkarmaların sebebini ‘fazla hırs’a bağladı. Steven Spielberg ve David Geffen ile birlikte DreamWorks’ün kurucularından biri olan Katzenberg, son yıllarda şirketin film planlamalarının çok iddialı büyüdüğünü ve bu durumun tutarsız bir performansa neden olduğunu söyledi. Şirketin içine düştüğü durumda, gişe geliri ve başarısı beklentilerin altında kalan bazı filmlerin payının olduğu bilinen bir gerçek. Özellikle, geçtiğimiz yıl gösterime giren Bay Peabody ve Meraklı Sherman: Zamanda Yolculuk filmi, eleştirmenlerden kötü not almakla birlikte Oscar ve Altın Küre’de de aday gösterilmemişti. 145 milyon dolar bütçeli film, Amerika’da 111 milyon dolar gelir getirmişti.Walt Dısney-Pıxar ortaklığına dayanamadıDreamWorks Animasyon’un küçülme kararında iki dev rakibi Pixar ve Walt Disney’in son yıllardaki başarılı animasyon filmleriyle mücadele edememesinin de etkisi var. Özellikle, Steve Jobs’un başına geçmesiyle animasyonda bir çığır açan Pixar’ın 2006’da Walt Disney tarafından satın alınmasıyla DreamWorks Animasyon rekabette iyice geriye düştü. Gişede rakiplerinin gerisinde kalan şirketin Oscar ödüllerinden yana da yüzü gülmedi. Son 10 yılın Akademi törenlerinde Walt Disney-Pixar ortaklığının 7 ödülü varken, DreamWorks Animasyon sadece bir Oscar alabildi.DreamWorks Animasyon, darboğazdan kurtulmak için 290 milyon dolarlık vergilendirilmemiş kredi alacak. Bu hamle ile 2017 yılında 60 milyon dolar büyümeyi planlayan şirket, 2015 için de 30 milyon dolar tasarruf hedefliyor. Çalışanların % 18’ine tekabül eden 500 kişilik işten çıkarmanın yıl sonuna kadar tamamlanması bekleniyor.DreamWorks’ün ekonomik sebeplerle küçülmeye gitmesi, geçtiğimiz yıl Japonya merkezli Ghibli Stüdyoları’nın kapatılma kararını hatırlattı. Anime ustası Hayao Miyazaki’nin kurucusu olduğu Ghibli Stüdyoları’nın genel menajeri Toshio Suzuki, yapılan harcamaların gişe gelirleriyle kapanamayacak boyutlara geldiğini belirterek, animasyon bölümünün tamamen kapatılacağını açıklamıştı. Oscar ödüllü Ruhların Kaçışı, Yürüyen Şato, Ponyo ve Rüzgarlı Vadi gibi ödüllü animasyon filmlerinin üreticisi Ghibli Stüdyoları’nın ardından DreamWorks Animasyon’dan gelen haber, stüdyolar arası rekabetin vardığı boyutu gösterirken, animasyon severleri de üzecek gibi görünüyor.

23 Ocak 2015 Cuma

Aramakla bulunmaz vicdan

Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, Oscar’lı filmi The Artist’in ardından herkesi şaşırtan bir hamle yaparak savaş filmiyle seyircinin karşısına çıkıyor. Cannes’da sert eleştirilere maruz kalan yönetmen, Çeçenistan gibi, dünya sinemasının görmezden geldiği bir coğrafyaya çeviriyor kamerasını.Kabul etmeliyiz ki, Stanley Kubrick gibi her türde başyapıt değerinde filmler yapabilmek, pek az yönetmenin mazhar olduğu bir yetenek. Yakın zamanda, Fatih Akın’ın Kesik filmiyle daldığı sularda kulaç atmakta ne kadar zorlandığını gördük. Benzer bir durum, bugün gösterime giren Arayış / The Search filmi için de geçerli.Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, Oscar ödüllü The Artist’in (2011) ardından herkesi şaşırtan bir hamle yaptı. En İyi Yönetmen Oscar’ını almış bir isim olarak pekâlâ kendini Hollywood stüdyolarının başdöndüren kollarına bırakabilecekken, pek de bilmediği bir alana yöneldi.Arayış, 1999’da başlayıp 10 yıl süren 2. Çeçenistan Savaşı’nın orta yerine bırakıyor seyircisini. 9 yaşındaki Hacı (Abdülhalim Mamutsiev), ailesi gözlerinin önünde Rus askerler tarafından öldürülünce kundaktaki kardeşini de alıp kaçar. Kader, Hacı ile İnsan Hakları İzleme Örgütü görevlisi Carole’un (Bérénice Bejo) yollarını Grozni’de kesiştirir. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de ailesini kaybetmiş Hacı ile Carole arasında bir bağ oluşur. Bu sırada, Hacı’nın öldüğünü sandığı ablası Raissa (Zukhra Duishvili) her yerde kardeşini aramaktadır. Diğer tarafta ise sokaklarda bir serseri gibi gezerken mecburen orduya katılan Rus genç Kolya (Maksim Emelyanov), aldığı askeri eğitim sonrası soğukkanlı bir katile dönüşür...Michel Hazanavicius, henüz beş yapımlık uzun metraj filmografisinde ‘kırılmalara’ açık bir yönetmen. Televizyon filmi ve diziler ile başladığı kariyerinde Jean Dujardin’in başrolde olduğu ‘Fransız James Bond’u sayılabilecek iki film var. Hemen ardından gelen The Artist ile sessiz sinemaya saygı duruşuna geçen yönetmen, dümeni 180 derece kırarak savaş filmiyle karşımıza çıktı. Üstelik Çeçenistan gibi, dünya sinemasının görmezden geldiği bir coğrafyaya çeviriyor kamerasını.Cannes’da yerin dibine batırıldığı kadar kötü bir film olmayan Arayış’ta Haza-navicius’un yapamadığı, belki de yapmak istemediği şey, karakterlerin motivasyonlarını vurgulamak. Bundan ısrarla kaçınan yönetmen, meselesi ile arasındaki mesafeyi korumak adına karakterlerin dünyasına nüfuz etmekte sıkıntı yaşıyor. Hacı ile Kolya’nın iç dünyası ne kadar seyirciye açıksa kilit roldeki Carole ile Raissa’nın hissiyatı ve motivasyon unsurları o kadar kapalı. Merkezinde etkileyici bir insan hikâyesi olmasına rağmen, bütün soğukluğuyla sorumluluğu ‘işgalci sisteme’ atan film, katı bir belgesele tanıklık eder gibi izlettiriyor kendini. Dramanın esaslarını hikâyesinden uzaklaştıran Hazanavicius, savaşın sebepleri, sonuçları ya da sosyal-siyasî boyutları ile ilgilenmiyor. Bu durumu ajitasyona gönül indirmeme olarak da değerlendirebiliriz. Ancak Carole, Helen (Annette Bening) ve Raissa’nın hayli özensiz diyaloglarının yanı sıra hikâyeye nüfuz etmeyi zorlaştıran kurgu da bu konudaki iyi niyetli okumaları akim bırakıyor.Öte yandan, Arayış’ın vicdanlara dokunan bir yanı var. Carole’un, Çeçenistan’daki sivil katliamlar hakkında hazırladığı raporu Avrupa Parlamentosu’nda okurken karşılaştığı umursamaz tavır gibi detaylar, filmin samimiyetini ve vicdani duyarlılığını göstermesi bakımından önemli. Kolya’nın askerlikteki dönüşümü çok işlenmiş bir tema olmasına rağmen etkileyici. Hacı rolünde Abdülhalim Mamutsiev tüm doğallığı ile filmi sürükleyen en önemli isim. Arayış’ın en güçlü yanı ise açılıştaki video çekimi. Film, bu videonun ardından gelen, Hacı ve kucağındaki bebeğin yolda yürüdüğü sahne ile biten bir kısa film olarak kalsaymış, efsane olurmuş.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Leviathan’ı yakalayabilir misin?

Andrey Zvyagintsev’in yönettiği Leviathan, temelde basit, detaylarda ise karmaşık ve katmanlı bir hikâyeye sahip. Usta yönetmen, çürümüş bir sistemin içinde hiçbir ferdin ya da kurumun ayakta kalamayacağını savunuyor.Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’i ilgiyle takip edenler, günün birinde onun dinî-politik bir başyapıt çekeceğini biliyordu. İlk filmi Dönüş (2003) ile Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan aldığında vakit kaybetmeden ‘Yeni Tarkovski’ ilan edilen Zvyagintsev’in beklenen başyapıtı dördüncü adımda geldi. Leviathan, temelde basit, detaylarda ise karmaşık ve katmanlı bir hikâyeye sahip. Rusya’nın kuzeyinde, Barents Denizi kıyısında bir kasabada yaşayan Nikolay’ın bürokrasi ile girdiği mücadeleyi izliyoruz. Araba tamircisi Nikolay (Aleksey Serebryakov), eşi Lilya (Elena Lyadova) ve oğluyla birlikte sahildeki evinde yaşayıp giderken, Belediye Başkanı Vadim (Roman Madyanov) onun arazisini satın almak ister. Nikolay, satmak istemeyince bürokrasinin ve iktidarın acımasız yüzüyle karşılaşır. Hukukî yollara başvuran Nikolay, Moskova’daki avukat arkadaşı Dmitriy’yi (Vladimir Vdovichenkov) yardıma çağırır. Ne var ki, çürümüş bir sistemin karşısında ayakta kalmak hiç kolay değildir... Leviathan, İncil’deki Hz. Eyyub kıssasının modern bir uyarlaması. Eski Ahit’te, rahatsız edildiği vakit kontrol edilemeyen deniz canavarı olarak tasvir edilen Leviathan, balinaların ‘atası’ kabul ediliyor. Thomas Hobbes’un 1651 tarihli aynı adlı eserinde bu canavarı devletin metaforu olarak kullanılır. O dönem İngiliz İç Savaşı gözetilerek yazılan eser, ‘canavarın’ nasıl kontrol edileceğini sorgular. Hobbes, siyaset ve din üzerindeki gücün tek elde toplanmasını savunur. Başka bir deyişle canavar, ancak sınırsız gücü olan bir muhafıza tabi kılınırsa kontrol edilebilecektir! BANA YOZLAŞMANIN RESMİNİ ÇİZ Hobbes’a göre bireyler tüm haklarını devlete devrederse büyük Leviathan ortaya çıkar. Bu da devletin canavarlaşması demektir. İncil’in Eyyub (Job) bölümünde ise Leviathan’ı yenmenin imkânsızlığı şu ifadelerle anlatılır: “Leviathan’ı çengelle çekebilir misin? / Dilini halatla bağlayabilir misin? / Burnuna sazdan ip takabilir misin? / Kancayla çenesini delebilir misin? (...) Derisini zıpkınlarla, / Başını mızraklarla doldurabilir misin? / Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, / Bir daha yapmayacaksın bunu / Onu yakalamak için umutlanma” (Eyüp 41, 1-9) Din ve iktidar, Andrey Zvyagintsev filmlerindeki karakterleri bir gölge gibi takip etti şimdiye kadar. Bu gölgeler Leviathan’da gün ışığına çıkıp ete kemiğe bürünüyor ve belediye başkanı, bürokrat, papaz, polis, ev kadını, avukat vs. olarak görünüyor. Çürümenin resmini çiziyor Zvyagintsev. Rus Ortodoks Kilisesi’ni, siyasetin kirli yanlarını meşrulaştıran bir kurum olarak resmederken, her alanda çürümenin yaşandığı bu sistemde hiçbir ferdin ya da kurumun ayakta kalamayacağını savunuyor. Çürüyen, sadece eskisi ve ‘yeni’siyle devlet değildir. Yozlaşmanın ‘fetvacısı’ ve ortağı konumundaki kilise, bürokrasi karşısındaki insana boyun eğmeyi telkin ederken, devlete ise gücü ve iktidarı sıkı sıkıya tutmasını tembihler. Yabancısı değiliz; dinin, siyasetin emrinde araçsallaşarak özünden uzaklaşmasının arızalarını birkaç nesildir biz de yaşıyoruz. Andrey Zvyagintsev, önceki filmlerinden farklı olarak hikâye anlatımına ağırlık veriyor, kurgu da buna göre şekilleniyor. Leviathan, güçlü senaryosu, Çehovyen atmosferi ve diyaloglarının yanı sıra görsel yetkinliğiyle de yönetmenin filmografisinde üst sıraya yerleşiyor. Piknik ve mahkeme bölümleri, belediye başkanı ile başpapazın diyalogları gibi akıldan çıkmayacak birçok sahne var filmde. Oyuncuların her biri kendine ayrılan alanda mükemmel bir kompozisyon çıkarıyor; Belediye Başkanı Vadim rolünde Roman Madyanov ise diğerlerinden bir adım önde. Son bir not: Leviathan’da olaylar Rusya’da geçiyor. Yönetmen ise hikâyenin ABD’de yaşanan bir olaydan esinle yazıldığını söylüyor. Fakat “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez.” diyen, “Biz olmasaydık sizler olmazdınız.” yollu tehditlerle vatandaşını hizaya getiren yöneticilerin olduğu bir ülkenin vatandaşları olarak bizler de pekâlâ Leviathan’ı kendi hikâyemiz gibi izleyebiliriz! HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ

9 Ocak 2015 Cuma

Köpeklerin isyanı

Macar oyuncu-yönetmen Kornél Mundruczó imzalı Beyaz Tanrı / Fehér Isten filmi, büyüme çağındaki bir çocuk ile köpeği arasındaki dostluk üzerinden modern toplumun sorunlarına değiniyor. Etkileyici görselliği ve seyirciyi ikilemde bırakan alt metinleri ile 2015’in yıl sonu listesine girmeyi şimdiden hak ediyor.Bazı filmler tahlihsiz ‘doğar’. Gerçek hayat gibi acımasız bir düşmanı vardır onların. 2002 yapımı Telefon Kulübesi / Phone Booth, orta karar bir gerilimdi. Keskin nişancının tehdit ettiği bir adamın telefon kulübesinde geçen öyküsünü anlatıyordu. 2002 Kasım’ında gösterime girecek filmin fragmanları sinemalarda dönerken, vizyon tarihinden birkaç hafta önce, ABD’nin üç eyaletinde 10 kişinin ölümüyle sonuçlanan keskin nişancı dehşeti yaşanınca gösterimi ertelendi. Telefon Kulübesi, ancak 2003’ün Nisan ayında gösterilebildi.Suç Çetesi / Gangster Squaid (2012) de yakın zamandan bir talihsiz. Sean Penn, Josh Brolin, Emma Stone, Ryan Gosling gibi yıldız oyuncuların yer aldığı film, 7 Eylül 2012’de gösterime girecekti. Ancak 20 Temmuz günü Colorado’da bir sinema salonunu basan 25 yaşındaki genç, 12 kişiyi silahla öldürdü. Bu korkunç olayın tıpatıp aynısı 1940’ların suç dünyasını anlatan Suç Çetesi filminde de geçiyordu. Filmin fragmanı derhal yayından kaldırıldı, vizyon tarihi de ocak ayına ertelendi. Ancak olayın etkisi uzun süre devam etti ve filmin gösterimi 2013 Haziran’ında, sinema baskını sahnesi olmaksızın yapıldı.Macar oyuncu ve yönetmen Kornél Mundruc-zó’nun Beyaz Tanrı / Fehér Isten filmi ise bugünün ‘talihsizi’ sayılabilir. Alt metninde Avrupa’daki yabancı düşmanlığına dikkat çeken film, mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris’teki merkezine yapılan vahşi saldırıdan birkaç gün sonra gösterime giriyor. Her ne kadar, geçtiğimiz mayıs ayında ödül aldığı Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapsa da Türkiye’deki vizyon tarihi, filmin anlatmaya çalıştıklarını gölgede bırakacak bir zamanlamaya sahip.“KÖTÜ OLAN HER ŞEY SEVGİMİZE MUHTAÇTIR”13 yaşındaki Lili (Zsófia Psotta), annesinin üç aylık yurtdışı seyahati sırasında babasına taşınır. Kuralcı baba, Lili’nin köpeği Hagen’ı hoş karşılamaz. Ayrıca, Macaristan’da yeni bir kanun çıkmıştır. Melez köpekler, fazladan vergiye tabi tutulacaktır. Yeni yasanın yanı sıra komşuların şikayetini de bahane eden baba, Hagen’ı sokağa atar. Ev köpeği Hagen, bir süre sokaklarda bocalar, işkencelere maruz kalır, dövüştürülür. Ve bir gün melez köpeklerle birlikte Budapeşte sokaklarında isyan çıkarır...Beyaz Tanrı’nın iki fantastik sahnesi var, biri açılışta diğeri kapanışta. Yönetmenin söylemeye çalıştıkları için sadece bu iki sahne bile yeterli. Kornél Mundruczó, epigraf niyetine Rilke’den bir alıntıyla açıyor filmini: Kötü olan her şey sevgimize muhtaçtır. Sinemaseverler, aynı cümleyi William Monahan’ın Londra Bulvarı (2010) filminden hatırlayacaktır. Bir Lassie öyküsü gibi başlayan film, Maymunlar Cehennemi Şafak Vakti (2014) ve Hitchcock klasiği Kuşlar’a (1963) kadar uzanıyor. İki farklı köpeğin ‘oynadığı’ Hagen, isyancı maymun Caesar’ın bir benzeri.Macar yönetmen, ilk katmanda insanların köpeklere yaklaşımını ele alıyor. İkinci katmanda ergen bir karakter ile köpeğin dostluğu üzerinden modern toplumun ‘ötekine’ bakışına odaklanıyor. Efendi-köle ilişkisi ise üçüncü aşamada devreye giriyor ve Avrupa’daki yabancı düşmanlığı ile göçmen sorunu resmediliyor. Ancak Kornél Mundruczó, bu katmanların altını çizmede, biraz çekingen ve kararsız. Hagen’ın durumuna dair alegoriyi vurgulamaktan kaçınan yönetmen, teraziyi daima köpek-insan ilişkisinde sabitliyor. Bu bilinçli tercih, filmin alegorisini zayıflatmasına rağmen, final sahnesindeki ‘eşitleme’ etkisiyle birlikte izleyici için o ana kadar derinlerde saklı olan bütün metaforların su yüzüne çıkmasına sebep oluyor.Hagen’ı oynayan iki köpek, filmin ‘yıldızı’. Sivas’taki tartışma Beyaz Tanrı için de geçerli. Lili’de küçük oyuncu Zsófia Psotta gayet başarılı. Sallantılı omuz kamerası, dinamik kurgusu, titiz görselliği, seyirciyi ikilemde bırakan alt metinleri ile Beyaz Tanrı, 2015’in yıl sonu listesine girmeyi hak eden yapımlardan.

6 Ocak 2015 Salı

Sinemalarda ‘Mucize’ bereketi

Yeni yılın ilk günü gösterime giren Mucize filmi bir rekor ile açılış yaptı. Mahsun Kırmızıgül’ün yazıp yönetip oynadığı film, ilk üç günde 642 bin 187 kişi tarafından izlenerek 2015’in ilk rekorunu da kırmış oldu.Üç günlük hasılatı 7 milyon 187 bin 920 TL olan Mucize, yeni sezonun başlangıcı olarak kabul edilen geçtiğimiz eylülden bu yana en yüksek açılış rakamına ulaştı. Bu sezonun ilk üç gün açılış rakamları açısından Mucize’yi 430 bin 596 kişi ile Hobbit: Beş Ordunun Savaşı izlerken, Cem Yılmaz’ın filmi Pek Yakında 398 bin 864, Çakallarla Dans 3 ise ilk üç gününde 380 bin 63 bilet satışı yakalamıştı. Mahsun Kırmızıgül’ün dördüncü filmi Mucize, 1960’lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Filmde, Doğu Anadolu’nun ücra bir köyüne giden Egeli bir öğretmen ile köyün ‘sakatı’ Aziz arasındaki dostluğa odaklanılıyor.

2 Ocak 2015 Cuma

Aşkınla ne garip hallere düştüm

Mahsun Kırmızıgül’ün dördüncü filmi ‘Mucize’, insan emeği, sabrı ve sevgisi ile gerçekleşen bir dönüşüm sürecini anlatıyor. 1960 darbesinin sonrasında Doğu Anadolu’daki ücra bir köyde geçen filmde, doğu-batı kardeşliğine vurgu yapılıyor.Mahsun Kırmızıgül, Mucize filminde ‘insanı aciz bırakan’ bir olaydan ziyade, ancak insan emeği, sabrı ve sevgisi ile gerçekleşebilecek bir tedavi/dönüşüm sürecini anlatıyor. Güneşi Gördüm ile ‘yönetmen’ sıfatını hak eden Kırmızıgül’ün dördüncü filmi de onun sinemasının alamet-i farikalarını taşıyor.“Gerçek bir hikâyeden alınmıştır” ibaresi ile başlayan Mucize, 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen sonrasında Doğu Anadolu’da ücra bir köye götürüyor bizi. Egeli bir öğretmen (Talat Bulut), mecburi şark hizmetini yapmak için bu köye gelir. ‘Mektep’ bile olmayan köyde, büyük umutlarla karşılanır ‘Muallim Bey’. Zengin kayınpederinden aldığı parayla köye okul yaptırır. Okulun yapımını da eşkıya Cemilo ve adamları üstlenir. Bu okulda çocuklarla birlikte, köylünün deli muamelesi yaptığı Aziz (Mert Turak) de okumaya başlar. Bu arada, Aziz’in ağabeyleri annelerinin görücü usulü ‘dini bütün’ kız bulma merasimleri sonucu birer birer evlenir. Sıra Aziz’e geldiğinde ise ‘sakat’ olduğu için girişimde bulunulmaz. Babasının bir rastlantı sonucu hayatını kurtardığı İsa’nın kızı Mizgin (Seda Tosun) ile Aziz, ailelerin rızasıyla evlendirilir. Bundan sonrası, Aziz ile Mizgin’in etraftan gelen horlamalar ile mücadele edip birbirlerine destek olma sürecidir...‘GERÇEK HİKÂYE’DEN GERÇEKÇİLİĞE...Son dönemde yerli yönetmenleri esir alan bir hastalık peyda oldu. Açılış ya da kapanış jeneriğinde kullanılan “Gerçek bir hikâye” ibaresinin filmin gerçeklik algısı için yeterli olacağı düşüncesi hakim. Anlatılan olayların gerçeklere dayanması ya da yaşanmış olması onu izleyenin de -mecburen- inanmasını gerektirmez. Burada sinema devreye girer. Gerçeklik ile gerçekçilik farkı, sinema eliyle daha net görülür. Mucize, hikâyesinin yaşanmış bir olay olmasının rehavetiyle yayıldıkça yayılıyor perdede. Karakterlerini inandırıcı kılmak, diyalogları güçlendirmek, anlatımına ritim kazandırmak için gayret göstermiyor. 136 dakikalık film pekala 80-90 dakika olarak da perdeye gelebilirmiş.Bununla birlikte Mahsun Kırmızıgül, Kürt sorunu ve 27 Mayıs’ın bürokratlar üzerindeki yansımasına dair önemli detaylar sunuyor. İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün darbe karşısındaki gerçek tavrını belli korkulardan dolayı gizlemesi, muallimin çocuklarla birkaç cümle de olsa Kürtçe iletişime geçmesi gibi detaylar yakalanmış. Ağa zulmüne direnip “Bu düzen böyle gitmez.” diyerek dağlara çıkan eşkıya Cemilo üzerinden de terör sorununun kökenine dair tezler dikkat çekici. Temelde bir insan hikâyesi anlatan filmin arkaplanında görünen bu meseleler, filme nitelik kazandıran özellikler. Ancak bunların çok geri planda ve küçük bir detay olarak perdeye yansıması, Aziz’in öyküsünün de anlatımdaki sıkıntılar sebebiyle 136 dakikanın ağırlığını taşıyamaması filmi zayıflatan unsurlar.90’lardaki ‘Hepimiz Kardeşiz’ şarkısından bu yana Türkiye’de doğu-batı kardeşliğini savunan Mahsun Kırmızıgül, yakın zamanda televizyona yaptığı bir dizide de bu konuyu işlemişti. Mucize, temelde yine aynı meseleden yola çıkıyor. Yer yer mizahi durumlar barındıran kız isteme merasimi ve yöre halkının kadına yaklaşımındaki sıkıntıların hiç sorun edilmemesi, hatta olumlayan bir bakış açısıyla yansıtılması ise filmin söylemi açısından ciddi bir zaaf. Ayrıca Mucize, Kürt sorunundaki önemli konu başlıklarından ‘anadilde eğitim’i büyük bir problem olarak görmüyor. Filme göre esas mesele, adaletsizlik ve eğitimsizlik.İşin teknik yönünde Mahsun Kırmızıgül’ün her adımda kendini geliştirdiğini söylemeliyiz. Kamera kullanımı, görüntü yönetimi, ışık ve renk tercihleri birinci sınıf. Ancak birbirinden güzel bu kadrajların hikâyeye hizmet ettiğini söylemek zor. Ciddi bir biçim-içerik sorunu göze batıyor. Senaryodaki tıkanıklıklara ilaveten içi yeterince doldurulamamış baskın bir görsellik var. Mahsun Kırmızıgül sinemasının özelliklerinden ‘duygu yoğunluğu’ ve bununla birlikte hikâyenin önüne geçen aşırı müzik kullanımı da Mucize’nin handikaplarından. Mucize, Beyaz Melek, Güneşi Gördüm ve New York’ta Beş Minare gibi ‘büyük hikâye’ potansiyeline sahip bir film değil. Fakat Mahsun Kırmızıgül büyük hikâye anlatmakta ısrarcı olduğu için filmin anlatım dili böyle şekilleniyor.