20 Şubat 2015 Cuma
Hele bir sor, niye öldürdüm!
Altı dalda Oscar adayı ‘Keskin Nişancı’, Irak işgalinde 160 kişiyi öldüren keskin nişancı ABD askeri Chris Kyler'ı anlatıyor. Clint Eastwood'un yönettiği film, dürüstlük testinden geçemediği gibi evrensel insanlık değerlerine göstermesi gereken asgari saygıyı da umursamıyor.Filmler de insanlar gibidir. Bazısı derinde bazısı yüzeyde riya tortusu taşır. Yine de insanlık tarihine kıyasla sinema daha az ikiyüzlüdür. Kimi filmlerin utancı ise sinema tarihi boyunca çekilmiş bütün filmlere yeter. Onları izlerken yerinizden kalkıp perdeye doğru okkalı bir küfür savurmak, hiç olmazsa ‘hadi oradan' diye bağırmak istersiniz, "Hadi oradan! Sen bunları çocuklarına ninni diye anlat"... Keskin Nişancı (American Sniper) kadar ikiyüzlü ve mide bulandırıcı bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Kimileri ‘temiz film’ deyince müstehcen sahnelerin olmadığı, aile değerlerine saygıda kusur etmeyen filmleri anlayabilir. Nitekim, bu özellikler Keskin Nişancı’da var. Ne var ki, dürüstlük testinden geçmeden temiz film olunamıyor. Bir film kendi hikâyesine karşı dürüst davranmayıp, evrensel insanlık değerlerine göstermesi gereken asgari saygıyı bile umursamıyorsa ‘kirli’ film sıfatını sonuna kadar hak etmiştir. ‘RAMADİ ŞEYTANI’YLA RANDEVU Keskin Nişancı, Amerikan ordusunun ünlü keskin nişancısı Chris Kyler’ın hayatını anlatıyor. Film, 11 Eylül sonrası ABD tarafından ‘kimyasal silah’ bahanesiyle işgal edilen Irak’ta resmi kayıtlara göre 160 kişiyi öldüren Kyler’ı anlamamızı istiyor. Hatta Felluce, Bağdat ve Ebu Gıreyb’de olanlardan habersiz seyirciden bu ‘efsane’ sniper’ın vicdan sahibi bir aile babası olduğunu kabul etmesini bekliyor. Hikâye şöyle: George W. Bush’un memleketi Teksas’ta günlerini kovboyculuk ve rodeoculuk hayalleriyle geçiren 30 yaşındaki Chris, televizyonda gördüğü bir saldırı haberinden sonra ülkesini korumak için asker olmaya karar verir. Seyircinin imtihanı da burada başlıyor. Bu ‘uyduruk’ motivasyona inanıyorsanız, devamında filmin önünüze koyacağı ikiyüzlü vicdan sızlanmalarına hazırlıklısınız demektir. Zorlu askeri eğitimler devam ederken 11 Eylül saldırıları olur. Vatanını korumak için iyice bilenen Chris, küçüklüğünde babasının tohumlarını ektiği atıcılık üzerine yoğunlaşır ve keskin nişancı olur. Chris Kyler, keskin nişancı olarak Irak’a dört ‘tur’ yapar. Evet, film bu sniper’ın adam öldürmek için Irak’a gidişlerini tur olarak tanımlıyor; safari turu gibi... Felluce ve Ramadi çevresinde görev yapan Chris Kyler’a Iraklılar ‘Ramadi Şeytanı’ adını takmış ve başına binlerce dolar ödül koymuştu. Hatta iki yıl önce bu zamanlar, ‘güvenli’ ülkesinde bir dost kurşunuyla öldüğünde Türk basını bile ‘Ramadi Şeytanı’nın şaşırtan ölümü’ şeklinde haberler yapmıştı. KOVBOYLUKTAN JANDARMALIĞA Filme göre Chris Kyler, evinde ailesiyle rahat bir hayat sürebileceği halde, Amerikan askerlerini korumak için tekrar ber tekrar Irak çöllerine gidiyor! Filmin söylemediği şey ise onun ‘öldürme hastalığı’. Irak’a gitmediğinde psikolojik sorunları daha da artan bir ‘tiryaki’ o. Chris Kyler’ın, bazı bölümleri yalanlanan otobiyografik kitabından uyarlanan filmin bunlarla ilgilendiği yok elbette. Film, Amerikan halkına ‘müsterih olun’ diyor, öldürdüysek bir sebebi var! Irak’ta o kadar insanı öldürdük ama onların hepsi ya teröristti ya da teröristlere yardım eden ‘sivil görünümlü’ kişilerdi. Halbuki film farkında olmadan bize gösteriyor: Chris Kyler’ın hikâyesi küçük çaplı bir ABD tarihi. Kovboyluktan dünyanın jandarmalığına uzanan bir tarihçe. Irak’tan döndükten sonra askeri eğitim veren bir şirket kuran Chris Kyler, yeniden silaha alışması için eğitim verdiği eski bir Amerikan askeri tarafından poligonda öldürülmüştü. ABD’nin sonunu bilemeyiz ama Kyler’ın ölümü ile 11 Eylül arasındaki benzerlik şaşırtıcı değil. Hep bir ‘sinema dervişi’ olarak gördüğüm Clint Eastwood, Amerikan siyasetinin Cumhuriyetçi (Batı ölçülerinde sağcı-muhafazakar) kanadından. Ömrünün sonbaharında Kirli Harry’den daha kirli bir filmle karşımıza çıkmasına üzülüyor insan. Irak Savaşı üzerine çekilen onca filmi ve Hollywood’un biyografideki göz alıcı geleneğini düşününce vasat da bir film üstelik...
10 Şubat 2015 Salı
Altın Ayı yarışı başladı
65. Berlin Film Festivali, dün yapılan açılış töreni ile başladı. 15 Şubat’ta sona erecek festival, İspanyol yönetmen Isabel Coixet’nin yönettiği ve Juliette Binoche’un başrolde yer aldığı Nobody Wants the Night filminin gösterimiyle açılışını yaptı.72 ülkeden 441 filmin katıldığı festivalin ana yarışmasında 19 film, 14 Şubat gecesi açıklanacak Altın Ayı ve Gümüş Ayı ödülleri için yarışacak. Ana yarışmada Terrence Malick, Werner Herzog, Peter Greenaway, Cafer Panahi ve Pablo Larrain gibi yönetmenlerin son filmleri de yer alıyor. Festivalin ilk günü Darren Aronofsky başkanlığındaki Altın Ayı jürisi basın karşısına çıktı. Alman oyuncu Daniel Brühl, Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, ABD’li yapımcı Martha De Laurentiis, Perulu yönetmen Claudia Llosa, Fransız oyuncu Audrey Tautou ve Mad Men, Sopranos dizilerinin kreatif direktörü Matthew Weiner’dan oluşan jüri, görevlerinin zor ama eğlenceli olduğunu belirtti. Berlin’e ilk defa gelen Matthew Weiner dışındaki üyeler Berlinale tecrübelerinden ve unutamadıkları anlardan bahsetti. Örneğin, 2009’da Acı Süt ile Altın Ayı kazanan Claudia Llosa, ödül aldığı anı unutamadığını söyledi.Siyah Kuğu ve Nuh filmlerinin yönetmeni Darren Aronofsky, 10 gün içinde 19 film izleyeceklerini belirterek, görevlerinin zor ama tutkuyla yapılacak eğlenceli bir iş olduğunu söyledi. Kriterlerinin ülkeye ya da film türüne göre şekillenmeyeceğini ifade eden Aronofsky, “Her film beni heyecanlandırıyor. Çin’deki bir genç kızı anlatsın ya da ABD’de 60 yaşında bir adamı anlatsın. Nerede geçtiği, hangi ülkenin olduğu değil; filmin dürüst olması önemli.” dedi. Bu yıl Berlin’in ana yarışma bölümünde Türk filmi yok. Emine Emel Balcı’nın ilk filmi Nefesim Kesilene Kadar Forum bölümünde, Faruk Hacıhafızoğlu’nun yönettiği Kar Korsanları Generation Kplus bölümünde, Derya Durmaz’ın Gri Bölge filmi ise Generation 14plus bölümünde gösterilecek. Nefesim Kesilene Kadar, aynı zamanda En İyi İlk Film Ödülü için de yarışacak.ALTIN AYI ADAYLARIQueen of the Desert (Werner Herzog), Victoria (Sebastian Schipper), Als Wir Traeumten (Andreas Dresen), Knight of Cups (Terrence Malick), Nobody Wants the Night (Isabel Coixet), Eisenstein in Guanajuato (Peter Greenaway), 45 Years (Andrew Haigh), Taksi (Cafer Panahi),Journal d’une Femme de Chambre (Benoit Jocquot), Ixcanul Volcano (Jayro Bustamante), Under Electric Clouds (Aleksei German JR.), Body (Malgorzata Szumowska), Cha va con va (Di Phan Dang), Yi Bu Zhi Yao (Wen Jiang), Aferim! (Radu Jude), Der Perlmuttknopf (Patricio Guzman), The Club (Pablo Larrain), Chasuk’s Journey (Sabu), Sworn Virgin (Laura Bispuri)
6 Şubat 2015 Cuma
Yürüdükçe özgürleşeceksiniz
Siyahî Amerikan vatandaşlarının 1965 yılında Martin Luther King öncülüğünde gerçekleştirdiği protesto yürüyüşlerini konu alan ‘Özgürlük Yürüyüşü / Selma’, iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış dürüst ve tutarlı bir politik film.22 Şubat’ta sahiplerini bulacak 87. Oscar ödüllerinin adayları açıklandığında kopan fırtınayı hatırlayalım. Aday listesinde olmaması şaşkınlığa sebep olan birçok oyuncu vardı: Amy Adams (İri Gözler), Jake Gyllenhaal (Gece Vurgunu), Timothy Spall (Bay Turner), Ralph Fiennes (Büyük Budapeşte Oteli) ve Jessica Chastain (En Şiddetli Sene)... Animasyon dalında Lego Filmi, Yabancı Dilde En İyi Film dalında da İsveç yapımı Turist’in aday gösterilmemesi Akademi üyelerinin tercihlerini tartışmaya açmıştı. Ancak esas fırtına başka bir film üzerinden koptu. Yönetmen, senaryo ve erkek oyuncu dallarında da Oscar’a aday olması beklenen Selma filmi, sadece En İyi Film ile Orijinal Şarkı dallarında adaylığa layık görülerek ‘ırkçılık’ tartışmalarının fitilini ateşledi.Ülkemizde Özgürlük Yürüyüşü adıyla gösterime giren Selma, siyahilerin sivil haklar mücadelesinin kritik bir dönemini anlatıyor. 1965 yılında ABD’de ırkçılığın yoğun olarak görüldüğü güney eyaletlerinden Alabama’nın Selma şehrinden eyaletin başkenti Montgomery’ye giden 87 kilometrelik yolda, tarihe geçen üç protesto yürüyüşü yapıldı. Siyahilerin özgürlük mücadelesinin unutulmaz lideri Martin Luther King öncülüğünde gerçekleşen bu yürüyüşler Amerikan kamuoyunda konuya karşı bir hassasiyet geliştirdi ve dönemin Başkanı Lyndon B. Johnson’u Oy Hakkı Kanunu’nu çıkarmaya mecbur bıraktı.BİR HAYALİM VAR...Geçtiğimiz yıl En İyi Film dâhil, üç dalda Oscar alan 12 Yıllık Esaret, siyahilerin mücadelesine antropolojik bir açıdan yaklaşmış, köle-efendi ilişkisinden hareketle ‘beden’in özgürlük mücadelesindeki rolü ve kullanımı üzerine yoğunlaşmıştı. Ava DuVernay’ın yönettiği Selma, meselenin felsefî-antropolojik boyutundan ziyade direniş ayağına odaklanıyor.Selma, her şeyden önce bir biyografi filmi. Politik tavrını net bir şekilde ortaya koyarken, biçimci anlatımdan taviz vermiyor. Yönetmen Ava DuVernay, tarihi karakterleri konu alan biyografi filmlerinin sıradanlığından kurtulmak için FBI’ın fişlemeleri eşliğinde anlatıyor yaşananları. J. Edgar Hoover’ın yönetimindeki FBI, Müslüman lider Malcolm X’i izlediği gibi, siyahi vatandaşların bir başka umudu Hıristiyan vaiz Martin Luther King’i de adım adım takip etmektedir. ‘Kudretli’ J. Edgar ile Başkan Lyndon B. Johnson arasındaki kısa diyalogda Amerikan tarihine ve devlet yönetimine dair önemli detaylar var. Yönetmen DuVernay, Martin Luther King ile Başkan Johnson arasındaki müzakerelere yoğunlaştığı kadar Beyaz Saray, FBI ve Alabama Valisi arasındaki pazarlıkları da öykünün akışına dâhil ederek ‘özgürlük yürüyüşü’nün cephesini genişletiyor.DİRENİŞ, AMA NASIL?Martin Luther King, 1968’de bir suikast sonucu hayatını kaybedene kadar mücadelesinde şiddete karşı mesafe almış, tıpkı Gandhi gibi pasif direnişi seçmiş bir lider. Bu yüzden bazı siyahi gruplar tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş. Selma, King’i çelişkileri ile birlikte gerçek bir karakter olarak ele alırken, siyahilerin kendi aralarındaki üslup ve yöntem tartışmasını da filmin ağırlık merkezlerinden biri haline getiriyor. Ateşli bir hatip olan King’in “kamuoyu oluşturmak için drama gerekir” anlayışından, eylemcilere zarar gelir endişesiyle protesto yürüyüşünden vazgeçmesine evrilmesinin çelişki mi yoksa değişim mi olduğu seyirciye bırakılıyor. Ailesiyle yaşadığı sorunlar ve iç dünyasındaki çatışmalar ile pekiştirilen gerçekçi King portresi, David Oyelowo’nun sade ama etkili performansıyla birleşince filmin gücünü artırıyor.Selma’nın esas gücü ise 1960’lardaki sivil haklar mücadelesini anlatırken Ferguson’un yanı sıra dünyanın bütün otoriter yönetimlerindeki direnişlerle kurduğu bağda gizli. Filmi izlerken, Türkiye’nin yakın tarihi kadar günümüz atmosferi de zihinlerde beliriyor. Hele, filmdeki ilk protesto yürüyüşünde yerel halk ile polisin işbirliği içinde göstericilere saldırıp ara sokaklarda ve kafelerde göstericileri ‘el yapımı silahlar’ ile dövmesi, dahası öldürmesi çok tanıdık.Selma, iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış, yerinde üslubu ve biçimci anlatımıyla dürüst ve tutarlı bir politik film. Etkisini uzun süre kaybetmeyen Selma, 87. Oscar ödüllerinin mevcut aday listesinde yönetmen, erkek oyuncu ve senaryo dallarında da yer almayı hak eden bir yapım. Sadece iki adaylıkta kalmasında ırkçılıktan ziyade, 12 Yıllık Esaret ile kota aşımına uğrayan siyahi haklar mücadelesi kontenjanının payı var gibi...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)