10 Ekim 2015 Cumartesi

İkiz kulelerde bir cambaz

Robert Zemeckis'in yönettiği Tehlikeli Yürüyüş / The Walk, gerçek bir olaydan uyarlama.

Özellikle final bölümünde üç boyut ve IMAX teknolojisinin kullanımıyla heyecan ve gerilim dolu sahneler barındıran filmin, hikâyesini anlatırken biraz fazlaca ‘laubali' olduğu söylenebilir. Film, Fransız cambaz Phillippe Petit'nin 1974'te New York'taki ünlü Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin arasına gerdiği ip üzerinde yürüyüşünün hikâyesini anlatıyor.

19 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de hayata dâhil [VİZYONDAKİLER]

Oyuncak Hikâyesi serisi, Sevimli Canavarlar ve Yukarı Bak gibi üst düzey animasyonların arkasındaki Pete Docter'ın yönettiği Ters Yüz, ünlü animasyon stüdyosu Pixar'ın yeni ürünü. Sinemanın vazgeçemediği büyüme hikâyelerinden birini konu alan film, Oyuncak Hikâyesi gibi bir animasyon klasiği olmaya aday.

Çocuklarının yedeğinde ‘kerhen' sinemaya giden ebeveynlerin yerini onların elinden tutarak, çoğu zaman da onlardan çok gülerek animasyon filmi izleyen anne-babalar aldı artık. Bu durumu, ebeveyn profilindeki değişikliğe, dönüşüme bağlayabilirsek de bundan daha çok, animasyonlardaki teknolojik ve içerik değişiklikler ile açıklamak daha makul. Hayal dünyasını genişleten görselliğiyle çocuklara, içeriğiyle de büyüklere sesleniyor yeni nesil animasyonlar. Teknik imkânlarda belli bir standardı yakalayan animasyon türü genellikle mizah ve orijinalliği ön planda tutuyor. Büyükleri de hedef tahtasında tuttuğu için, klasik ifadesiyle ‘güldürürken düşündüren', hayata ve insana dair sözler söyleyen animasyonlar daha geniş kitlelere ulaşıyor. Dolayısıyla tematik farklılık, teknolojik üstünlükten daha önemli.

Bahsettiğimiz bu içerik ve tematik orijinalliği sağlayan Ters Yüz / Inside Out, tıpkı Oyuncak Hikâyesi gibi bir animasyon klasiği olmaya aday. Çocukluğa ve insan ruhuna dair söyledikleriyle küçükler kadar büyükleri de yanına çekecek film, bir çocuğun iç dünyasını yansıtıyor. Küçük Riley için hayat, babasının San Francisco'da yeni bir işe başlamasıyla değişir. Amerika'nın orta-batısındaki sakin yaşamı geride bırakan Riley'yi San Francisco gibi büyük bir şehirde yeni bir ev, okul ve arkadaşlar beklemektedir. İçindeki duygular Neşe, Korku, Öfke, Nefret ve Üzüntü ise yeni duruma uyum sağlamakta zorlanır. Riley'nin zihnde yaşayan, günlük hayatında ona tavsiyeler veren duyguları yeni hayatında ufak bir kaosa neden olur…

KLASİK OLMAYA ADAY

Sinemanın vazgeçemediği büyüme hikâyelerinden birini konu alıyor Ters Yüz. Oyuncak Hikâyesi serisi, Sevimli Canavarlar ve Yukarı Bak gibi üst düzey animasyonların arkasındaki Pete Docter'ın yazıp yönettiği film, ünlü animasyon stüdyosu Pixar'ın yeni ürünü. 2006'da Disney bünyesine katılan Pixar, Ters Yüz'de hem Disney'in bildik aile hassasiyetine sadık kalıyor hem de kendi geçmişindeki sıra dışı animasyonların çizgisini yakalıyor. Bir çocuğun doğumundan başlayarak ergenlik öncesi döneme kadar kişiliğini şekillendiren olay ve durumlar etrafında gelişiyor hikâye. Bu bildik temayı orijinalleştiren, yaşananları Riley'nin kafasının içinden, beş temel duygusunun gözünden takip etmemiz. Neşe'nin kreatif direktör konumunda olduğu ekipte Korku, Öfke ve Tiksinti arasında öne çıkan bir başka karakter Üzüntü. Neşe'nin film boyunca engellediği, Riley'nin hayatından uzak tutmaya çalıştığı Üzüntü, finalde kilit bir konuma yükseliyor. Bu durum, hüznün de hayata dâhil olduğunu fısıldıyor.

Son yıllarda animasyon dünyasına sirayet eden ‘kimlik arayışı' Ters Yüz'ün de önemli motiflerinden. Aile, dostluk, dürüstlük, maskaralık/eğlence gibi anıların tasnif edilip yerlerine konduğu iç dünya, farklı renklerdeki ana karakterlerin her birine göre şekillenen sahne tasarımları film ekibinin ince işçiliğinin ürünü. Bir çocuğun iç dünyasına dair tasvirler ve kullanılan renkler göz kamaştırıcı. Rüya biriminin sinemayla ilişkilendirilmesi ve Hollywood endüstrisine göndermelere kapı aralanması filmin zekice bir başka buluşu. Anne ve babanın iç dünyalarındaki sahneler, yetişkin seyirciyi kahkahaya boğacak kadar tanıdık! Ayrıca, kaybedilen anılarla ilgili sahnelerde, ne kadar çok ve belki de kıymetli anıyı unutup gittiğimizi hüzünle fark ediyoruz. Bu yönüyle Ters Yüz, küçükleri eğlendirirken, büyükleri hüzünlendirecek bir yapım.

Muhtemelen devam filmi çekilecek Ters Yüz, her şeyiyle tastamam bir aile seyirliği. Küçüklere sunduğu eğitici-öğretici imkânlar yanında büyükler için bir muhasebe fırsatı ve çocukları anlamada anahtar niteliğinde. Her şeyden öte, insan ruhuna bir yolculuk… En iyisi, Affan Dede'ye para sayıp çocukluğunu satın alan Cahit Sıtkı gibi, çocukluğunuzu da yanınıza alıp Ters Yüz'ü izleyin.

22 Mayıs 2015 Cuma

Ahmet Uluçay hayal okulu

Ahmet Uluçay’ın hayatı ve çalışmaları, nihayet dört başı mamur bir belgesele konu oldu.

Güliz Sağlam’ın ödüllü belgeseli Tepecik Hayal Okulu, birbirinden özgün kısa filmlerin, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın ve yarım kalan Bozkırda Deniz Kabuğu’nun yönetmeni Uluçay’ı anlatıyor. Film, seyirciyi Uluçay’ın yaşamına paralel biçimde köye, çocukluğa, düşlere, bir sinema tutkununun dünyasına taşıyor; “Yaşadığı her anı görsellikle tasvir etme tutkusu, sinemayı seven birine engellerle mücadele etme gücü verebilir mi?” sorusuna odaklanıyor.

8 Mayıs 2015 Cuma

Güldür güldür Niyazi!

Yerli komedyenler içinde, kendi kalemi ve hikâyesiyle sinemaya en son adım atan isim Ata Demirer. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan ve Şahan Gökbakar’dan çok sonra bu kulvarda kendini gösterdi.

Hatırı sayılır bir seyirci kitlesine ulaşan üç filmlik Eyyvah Eyvah serisi, televizyon ve sahne şovlarında ortaya çıkan Kuzey Ege-Trakya kırması ağzıyla konuşan tiplemenin ete kemiğe bürünmüş öyküsünü anlatmakta başarılı oldu. Ardından gelen Berlin Kaplanı, Ata Demirer’in yine sahne şovlarında ürettiği Almancı tiplemesini, yerel kodları olan bir hikâye ile beslemesine dayalıydı.

Niyazi Gül Dörtnala’da Ata Demirer, ‘cepten yemeye’ devam ediyor. Ünlü komedyenin 2001-2002 yıllarında Korsan TV adlı televizyon programında ortaya çıkardığı Veteriner Hekim Niyazi Gül tiplemesini bu kez beyazperdede izliyoruz. Üniversitede hocalık yapan Prof. Dr. Niyazi Gül, evine gündeliğe gelen Hediye’nin de yardımıyla hayvanlar üzerinde mucizevi etkisi olan bir ilaç üzerinde çalışmaktadır. Dedesinden vasiyet gibi tevarüs eden bu formül için yıllarca uğraşan Niyazi Gül, kendini bir anda hiç tasvip etmediği at yarışlarının içinde bulur. Gizli formülü sebebiyle Niyazi Gül, sosyetenin iki üyesi Sultan ve Rıza’nın ezeli rekabetine meze olur. Bir taraftan da kendine içten içe abayı yakan Hediye’nin aşkına karşılık verme konusunda ikileme düşer...

KÜFÜRSÜZ OLMASI YETMEZ, MİZAH DA LAZIM

Eyyvah Eyvah serisi ve Berlin Kaplanı ile küfürsüz komedi anlayışının perdedeki temsilcisi olacağını gösteren Ata Demirer, Niyazi Gül Dörtnala’da da çizgisini bozmuyor. Ailecek izlenebilecek küfürsüz komedi çizgisi değişmese de Demirer’in komedi çıtası bir hayli düşüyor. Alelacele yazıldığı izlenimi veren, özensiz senaryo ve üzerinde yeterince çalışılmamış karakter olamayan tiplemeler, karikatürize oyunculuklar ile birleşince filme tahammül etmesi hayli zor.

Niyazi Gül Dörtnala, bu haliyle, yine BKM yapımı olan televizyondaki Güldür Güldür programının bir versiyonu gibi. Bütün espriler fragmanda gördüğünüz kadar, fazlasını beklemeyin. Yeri gelmişken, son dönemin vasıfsız komedi filmlerine katkıda bulunan BKM’nin, ‘seri üretim’ anlayışından bir an önce kurtulması sinemamızın hayrına olacaktır. BKM’nin Yılmaz Erdoğan filmleri ile yakaladığı kalite çizgisi, son dönemdeki seri üretim mantığıyla ağır yara aldı, almaya devam ediyor.

28 Nisan 2015 Salı

En iyi filmler Ankara’da

26. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde yarışacak ulusal uzun metrajlı filmler açıklandı. Festivale başvuran ve ön jüri tarafından kabul gören Nesimi Yetik’in Toz Ruhu ise yarışmadan çekildi.

Bu yıl, 23 Nisan-3 Mayıs tarihleri arasında yapılacak 26. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin ulusal uzun film kategorisinde yarışacak filmleri açıklandı. Erol Mintaş’ın Annemin Şarkısı, Aysim Türkmen’in Çekmeköy Underground, Murat Düzgünoğlu’nun Neden Tarkovski Olamıyorum, Hüseyin Karabey’in Sesime Gel, Derviş Zaim’in Balık, Erden Kıral’ın Gece, Halil Özer’in Firak, Aydın Orak’ın Asasız Musa, Caner Canerik’in Dağ Çiçeği, Aydın Sayman’ın İçimdeki İnsan ve Kutluğ Ataman’ın Kuzu filmi festival süresince seyirciyle buluşacak. Finale kalan dokuz film, yönetmen Onur Ünlü’nün başkanlığında, Demet Evgar, Çiçek Kahraman, Emrah Serbes ve Serkan Keskin’in yer aldığı seçici kurul tarafından değerlendirilecek. ‘SİYAD En İyi Film’ ödülü için Sinema Yazarları Derneği jürisi de belirlendi. Değerlendirmeyi Sevin Okyay, Övgü Gökçe ve Kerem Akça gerçekleştirecek.

Toz Ruhu, festivalden çekildi

Festivale başvuru yapan ve ön jüri tarafından kabul gören Nesimi Yetik’in Toz Ruhu filmi ise yarışma jürisinin belirlenmesinin ardından festivalden çekildi. Jüri başkanı Onur Ünlü’nün Toz Ruhu’nun tamamlanmasına destek vermiş olması nedeniyle filmin yarışmada yer almasının etik olmayacağını düşünen yönetmen Nesimi Yetik, festival yönetimini arayarak filmi yarışmadan çekmek istediklerini belirtti. Yarışmaya başvuran filmler En İyi Film, Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü ve En İyi Yönetmen Ödülleri dahil olmak üzere 18 ayrı ödül kategorisi için yarışacak. 26. Ankara Uluslararası Film Festivali programında yarışma filmleri dışında ulusal uzun filmlere de yer veriliyor. Gece (Erden Kıral), Beni Sen Anlat (Mahinur Özmen) ve Kuzu (Kutluğ Ataman) özel gösterimlerle seyirciyle buluşacak. Yarışma ödülleri 2 Mayıs’ta Ankara Üniversitesi DTCF’de düzenlenecek tören ile sahiplerine verilecek. (www.filmfestankara.org.tr)

Türkiye’nin ilk komedi festivali

Türkiye'nin ilk komedi festivali de nisan ayında Ankara'da gerçekleştirilecek. 1 Nisan Dünya Şaka Günü'nde başlayacak ve 12 Nisan'a kadar sürecek olan 1. Ankara Uluslararası Komedi Festivali'nde Ayşen Gruda, Ferhan Şensoy, Bülent Kayabaş, Ece Ercan, Levent Tülek, Erkan Taşdöğen, Vedat Özdemiroğlu, Erkan Can, Cem Davran, Zeki Kayahan Coşkun, Serdar Gökalp, Nihat Sırdar, Alpay Erdem, Muhsin Omurca gibi isimlerin yanı sıra Mahşer-i Cümbüş ve Tiyatro Kılçık, Ankaralılarla buluşacak. Festivalde ayrıca, Kemal Sunal da unutulmayacak. Kemal Sunal'ın anısına düzenlenen sergide, Sunal'ın film kostümleri, özel eşyaları, film afişleri ve mektupları yer alacak. (www.ankarakomedifestivali.com)

9 Nisan 2015 Perşembe

Fener'e saldırı şüphelileri serbest

Fenerbahçe kafilesine yönelik silahlı saldırı soruşturmasında dün de önemli gelişmeler yaşandı. Gözaltına alınan iki şüpheli, çıkarıldıkları nöbetçi mahkeme tarafından adlî; kontrol şartı ile serbest bırakıldı. Nihat S. ve Emre A.’nın avukatı Turan Çelik, müvekkillerinin parmak izi ile olay yerinde bulunan tüfekteki izlerin örtüşmediğini ifade etti.

Fenerbahçe kafilesini taşıyan otobüse düzenlenen silahlı saldırıyı gerçekleştirdikleri iddiasıyla gözaltına alınan Nihat S. ve Emre A., adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulanan ve dün Fatih Devlet Hastanesi’nde sağlık kontrolünden geçirilen şüpheliler öğleden sonra emniyetteki işlemlerin tamamlanmasının ardından Sürmene Adliyesi’ne sevk edildi. Şüphelilerin yakınları ve ilçe sakinlerinden bir grup kalabalık adliye binası önünde onlara destek verirken Çevik Kuvvet polisleri de geniş güvenlik önlemleri aldı. Bu sırada adliye önünde bekleyen yaklaşık 40 kişilik grup, ‘Utanmayın, Trabzon sizinle gurur duyuyor’ sloganları attı. Savcılıkça 2,5 saat ifadeleri alınan şüpheliler, nöbetçi cumhuriyet savcısı tarafından ‘Silahla adam öldürmeye teşebbüs, olası kast ile birden fazla kişiyi öldürmeye teşebbüs ve mala zarar verme’ suçlarından tutuklanma talebi ile nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Akşam saatlerinde kararını açıklayan savcılık, iki şüpheliyi adli kontrol şartıyla serbest bırakırken dosya ile ilgili gizlilik kararı aldı.

Avukat Çelik: Parmak izleri örtüşmüyor

Şüpheliler Nihat S. ve Emre A.’nın avukatı Turan Çelik ise müvekkillerinin parmak izi ile olay yerinde bulunan tüfekteki izlerin örtüşmediğini söyledi. Müvekkillerinin tutuklanmasını gerektirecek bir delil olmadığını savunan Çelik, “Bir soruşturma sonucu gözaltına alındılar. Yarın birkaç kişi daha gözaltına alınabilir. Yöneltilen sorulara göre dosyada somut bir delil olduğunu düşünmüyorum. Tek delil, Facebook sayfasındaki yazılar. Ne parmak izi, ne telefonlarla ilgili bir rapor ve delil yok. Ancak soruşturma yapana saygı duymak gerekir. Kamu görevinden kaynaklanan bir yetkidir. Emniyetin gerçek suçluları yakalayacağına inanıyorum. Bence tutuklanmalarını gerektirecek bir delil yok.” dedi.

Sürmene’deki arsa satışa çıktı

Çaykur Rizespor maçı sonrası F.Bahçe kafilesine Sürmene’de yapılan saldırının yankıları sürerken tüfeğin ateşlendiği araziyi sahibi satışa çıkardı. Haber61.net’e konuşan arsanın sahiplerinden İsmail Kılıç, 3 bin 500 metrekarelik arsa için 5 milyon TL para istediklerini dile getirdi. Kılıç, “Trabzonspor-F.Bahçe arasındaki bu kavganın son bulması adına arsayı heykel yapmak için Aziz Yıldırım’a satmayı düşündüm. Bir tarafa F.Bahçe, bir tarafa da Trabzonspor’un heykelini dikebilir.” şeklinde konuştu.

İnşallah terör saldırısıdır

Fenerbahçe kafilesine yapılan silahlı saldırıda yaralanan otobüs şoförü Ufuk Kıran, olayın faillerinin bulunup cezalalandırılmasını istedi. Tedavi gördüğü KTÜ Farabi Hastanesi’nde Al Jazeera Türk’e konuşan Kıran, “İnşallah terör saldırısıdır diyorum. Öyle olduğuna inanmak istiyorum. Benim toprağımdaki insanlar, hemşehrilerimin böyle bir şey yapmayacağına inanıyorum. Ama değilse de suçlu kimse yakalansın ve cezasını çeksin. Bu saldırının futbolla, taraftarlıkla ilgisi olamaz.” ifadelerini kullandı.

3 Nisan 2015 Cuma

Ayakkabıcısın sen, öyle kal!

Şans Ayağıma Geldi, vaat ettiklerini yerine getirmeyen bir yapım. Senaryo ve olay örgüsü bakımından kolaycı bir yaklaşım sergileyen filmde Steve Buscemi ve Dustin Hoffman’ın varlığı ise yediğiniz bir çuval keçiboynuzunun iki gram balı gibi...

Filmler de insanlar gibidir, vaatlerini yerine getirip getirmedikleri onlar hakkındaki kanaatimizde belirleyicidir. Hayatta pek az insan potansiyelinin, daha doğrusu etrafındakilerin onda gördüğü ‘ışığın’ hakkını verir. Ne kadar idealize edersek edelim, insanoğlu nisyan ile malul olduğu kadar, kolay olana meyyaldir. Verdiği ‘büyük umutlar’ın yanında geride bıraktıkları kıyas kabul etmez. Eğitim sistemimizde hemen her öğrenci velisinin sarıldığı başucu cümlesini hatırlayalım: “Bizim çocuk zeki ama çalışmıyor; bir çalışsa...” Tom McCarthy’nin yazıp yönettiği Şans Ayağıma Geldi / The Cobbler bu tarife tastamam uyan bir öğrenci gibi...

Dustin Hoffman ve Steve Buscemi gibi iki usta oyuncunun da yer aldığı Şans Ayağıma Geldi, dört kuşaktır aynı dükkânı işleten ayakkabı tamircisi Simkin ailesinin son temsilcisi Max’in yaşadıklarını konu alıyor. Annesiyle birlikte yaşayan Max (Adam Sandler), New York’un merkezinde kalan bir avuç eski usul esnaftan biridir. Dükkân komşusu, Berber Jimmy (Steve Buscemi) ile birlikte yeni zamana ve onun getirdiği kentsel dönüşüm rüzgârına direnmektedir. Babası kendilerini sessiz sedasız terk ettiğinden beri aile dostları Jimmy’den başka kimsesi yoktur. Hâlâ bekar olan Max, tipik orta yaş bunalımı belirtileri gösterir. Başkalarının hayatına özenen Max, dükkânda bulduğu sihirli makine sayesinde ayakkabılarını tamir ettiği insanların yerine geçer. İlk başta eğlenceli ve heyecan uyandırıcı olan bu durum, bir süre sonra, mafya üyesinden televizyon sunucusuna kadar geniş bir müşteri yelpazesine sahip Max’in başına olmadık işler açar.

‘EKSEN KAYMASI’YLA MALUL

Şans Ayağıma Geldi’yi, bildik ‘Adam Sandler filmleri’nden ayrı tutmak gerek. Çünkü bu filmi sabote eden şey, Adam Sandler faktörü değil! 1904 yılında geçen gizemli esnaf birliği toplantısının ardından hikâye günümüze geliyor. Kapitalizmin kalbinde zincir (franchise) dükkânlara direnen ve yaşadıkları mahalleyi büyük şirketlerin istilasına karşı korumaya çalışan karakterler ile tanışıyoruz. Daha doğrusu, film başlarda durumu böyle gösteriyor ama sonra bambaşka yerlere sürükleniyor. Filmin en büyük sorunu ‘eksen kayması’. Senarist ve yönetmen Tom McCarthy, hikâye ve tema eksenini bilinçsiz bir ısrarla değiştiriyor. Kentsel dönüşüm ve büyük zincir şirketlerin yer aldığı arka fon anlamsız bir şekilde harcandıktan sonra, başkalarının yerine geçmenin getirdiği sorumluluk ve sonuçları devreye giriyor. Bu netameli durumda ahlaki bir ikilem yokmuş gibi davrandıktan ve umursamaz bir tavırla meseleyi hasır altı ettikten sonra, zayıf bir aşk öyküsüne kulaç atıyor. Derken baba ile hesaplaşma meselesi olabilecek en yüzeysel haliyle perdeye geliyor ve beklenen yüzleşme gerçekleşmemişken alakasız ve ana hikayeden kopuk bir finalle sona eriyor film.

Kolaycı ve gevşek senaryo örgüsü, Şans Ayağıma Geldi’nin vaat ettikleri ile potansiyelinin gerisinde kalmasına neden oluyor. İkinci bir Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (2013) olabilecekken senaryo mantığının sınırlarını zorlayan bir yola giren filmde oyunculuk yönüyle görevini yerine getirdiği için Adam Sandler’a teşekkür edebiliriz; zira ona gelene kadar daha temel sorunlar var. Steve Buscemi ve Dustin Hoffman ise yediğiniz bir çuval keçiboynuzunun iki gram balı gibi; bir buçuk saat boyunca çiğneyip durduğunuz bütün o karışık, orantısız tatları hazmetmenize yardımcı oluyorlar.

27 Mart 2015 Cuma

Yüksel ki, semalar senindir!

Yeşilçam’ın unutulmaz karakterlerinden biridir ‘Vecihi’. Hatta adını aldığı pilotumuz Vecihi Hürkuş’u da, ait olduğu film olan “Gülen Gözler”i de hatırlanmakta geride bırakmıştır.

Bir pilot ve âşık olduğu kızı kendisine vermeyen zalim bir baba… Bugün gösterime giren “Güvercin Uçuverdi” filmi, sinemamızın yüzüncü yılını geride bıraktığı bugünlerde konusu itibarıyla “Gülen Gözler”e selama duruyor. Senaristliğini ve yönetmenliğini Selami Genli, Onur Koçal ikilisinin üstlendiği “Güvercin Uçuverdi”, vizyonda sıkça rastladığımız komedi filmlerinden biri. Tam da bu amaca yönelik ‘güldürsün’ diye filmin başrolüne son zamanların beğenilen komedyenlerinden Atalay Demirci seçilmiş.

Atalay Demirci filmde, Yüksel Güvercin karakteri ile pilot olma hayalleri kuran bir otobüs şoförünü oynuyor. Güvercin, pilotluk sınavlarına defalarca girmesine rağmen başarılı olamamıştır. Bir de âşık olduğu fakat babasının evlenmelerine izin vermediği kadın vardır: Sema Taşkın. Sema’nın babası emekli başkomiser Sezai Taşkın, hostes olan kızının bir pilotla evlenmesini ister, bu yüzden de Yüksel’i bir türlü damat olarak kabul etmez. Filmin kahvehane atışması sahnesinde tanıdığımız kötü adam Sümük Turgut ise pilottur ve baba için kızına ideal eştir. Bu duruma sessiz kalamayan Gülizar Ana’nın ‘kankası’, Kore gazisi, eski pilot Sensei Kamil devreye girer ve Yüksel’e pilotluk sınavı için gerekli olan tüm eğitimleri verir. Fakat Yüksel Güvercin girdiği pilotluk sınavında bu kez de başarılı olamayınca Sema ile kaçmaya karar verirler. Ama pek çok engeli aşması gerekecektir.

Atalay Demirci, kendisi için yeni bir serüven olan oyunculuk sınavından başarıyla çıkıyor. Diğer oyunculara gelince; film boyunca üç-dört sahnede gördüğümüz Ayşen Gruda, ‘varlığı yeter’ dedirtiyor. Genç oyuncu Tuvana Türkay da rolünün hakkını veriyor. Sezai Taşkın rolündeki Salih Kalyon, Barış Manço tutkusuyla izleyiciyle duygusal bir bağ kuruyor. Sonuç olarak, “Güvercin Uçuverdi” yakın zamanda pek çok örneğini gördüğümüz komedi filmlerinden farklı bir yol izleyerek, nostaljiye yaslanan sahneleriyle duygusal yanı ağır basan bir eğlencelik sunuyor.

20 Mart 2015 Cuma

En iyi filmler Ankara’da

Toz Ruhu, festivalden çekildi

Festivale başvuru yapan ve ön jüri tarafından kabul gören Nesimi Yetik’in Toz Ruhu filmi ise yarışma jürisinin belirlenmesinin ardından festivalden çekildi. Jüri başkanı Onur Ünlü’nün Toz Ruhu’nun tamamlanmasına destek vermiş olması nedeniyle filmin yarışmada yer almasının etik olmayacağını düşünen yönetmen Nesimi Yetik, festival yönetimini arayarak filmi yarışmadan çekmek istediklerini belirtti. Yarışmaya başvuran filmler En İyi Film, Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü ve En İyi Yönetmen Ödülleri dahil olmak üzere 18 ayrı ödül kategorisi için yarışacak. 26. Ankara Uluslararası Film Festivali programında yarışma filmleri dışında ulusal uzun filmlere de yer veriliyor. Gece (Erden Kıral), Beni Sen Anlat (Mahinur Özmen) ve Kuzu (Kutluğ Ataman) özel gösterimlerle seyirciyle buluşacak. Yarışma ödülleri 2 Mayıs’ta Ankara Üniversitesi DTCF’de düzenlenecek tören ile sahiplerine verilecek. (www.filmfestankara.org.tr)

Türkiye’nin ilk komedi festivali

Türkiye'nin ilk komedi festivali de nisan ayında Ankara'da gerçekleştirilecek. 1 Nisan Dünya Şaka Günü'nde başlayacak ve 12 Nisan'a kadar sürecek olan 1. Ankara Uluslararası Komedi Festivali'nde Ayşen Gruda, Ferhan Şensoy, Bülent Kayabaş, Ece Ercan, Levent Tülek, Erkan Taşdöğen, Vedat Özdemiroğlu, Erkan Can, Cem Davran, Zeki Kayahan Coşkun, Serdar Gökalp, Nihat Sırdar, Alpay Erdem, Muhsin Omurca gibi isimlerin yanı sıra Mahşer-i Cümbüş ve Tiyatro Kılçık, Ankaralılarla buluşacak. Festivalde ayrıca, Kemal Sunal da unutulmayacak. Kemal Sunal'ın anısına düzenlenen sergide, Sunal'ın film kostümleri, özel eşyaları, film afişleri ve mektupları yer alacak. (www.ankarakomedifestivali.com)

]

20 Şubat 2015 Cuma

Hele bir sor, niye öldürdüm!

Altı dalda Oscar adayı ‘Keskin Nişancı’, Irak işgalinde 160 kişiyi öldüren keskin nişancı ABD askeri Chris Kyler'ı anlatıyor. Clint Eastwood'un yönettiği film, dürüstlük testinden geçemediği gibi evrensel insanlık değerlerine göstermesi gereken asgari saygıyı da umursamıyor.Filmler de insanlar gibidir. Bazısı derinde bazısı yüzeyde riya tortusu taşır. Yine de insanlık tarihine kıyasla sinema daha az ikiyüzlüdür. Kimi filmlerin utancı ise sinema tarihi boyunca çekilmiş bütün filmlere yeter. Onları izlerken yerinizden kalkıp perdeye doğru okkalı bir küfür savurmak, hiç olmazsa ‘hadi oradan' diye bağırmak istersiniz, "Hadi oradan! Sen bunları çocuklarına ninni diye anlat"... Keskin Nişancı (American Sniper) kadar ikiyüzlü ve mide bulandırıcı bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Kimileri ‘temiz film’ deyince müstehcen sahnelerin olmadığı, aile değerlerine saygıda kusur etmeyen filmleri anlayabilir. Nitekim, bu özellikler Keskin Nişancı’da var. Ne var ki, dürüstlük testinden geçmeden temiz film olunamıyor. Bir film kendi hikâyesine karşı dürüst davranmayıp, evrensel insanlık değerlerine göstermesi gereken asgari saygıyı bile umursamıyorsa ‘kirli’ film sıfatını sonuna kadar hak etmiştir. ‘RAMADİ ŞEYTANI’YLA RANDEVU Keskin Nişancı, Amerikan ordusunun ünlü keskin nişancısı Chris Kyler’ın hayatını anlatıyor. Film, 11 Eylül sonrası ABD tarafından ‘kimyasal silah’ bahanesiyle işgal edilen Irak’ta resmi kayıtlara göre 160 kişiyi öldüren Kyler’ı anlamamızı istiyor. Hatta Felluce, Bağdat ve Ebu Gıreyb’de olanlardan habersiz seyirciden bu ‘efsane’ sniper’ın vicdan sahibi bir aile babası olduğunu kabul etmesini bekliyor. Hikâye şöyle: George W. Bush’un memleketi Teksas’ta günlerini kovboyculuk ve rodeoculuk hayalleriyle geçiren 30 yaşındaki Chris, televizyonda gördüğü bir saldırı haberinden sonra ülkesini korumak için asker olmaya karar verir. Seyircinin imtihanı da burada başlıyor. Bu ‘uyduruk’ motivasyona inanıyorsanız, devamında filmin önünüze koyacağı ikiyüzlü vicdan sızlanmalarına hazırlıklısınız demektir. Zorlu askeri eğitimler devam ederken 11 Eylül saldırıları olur. Vatanını korumak için iyice bilenen Chris, küçüklüğünde babasının tohumlarını ektiği atıcılık üzerine yoğunlaşır ve keskin nişancı olur. Chris Kyler, keskin nişancı olarak Irak’a dört ‘tur’ yapar. Evet, film bu sniper’ın adam öldürmek için Irak’a gidişlerini tur olarak tanımlıyor; safari turu gibi... Felluce ve Ramadi çevresinde görev yapan Chris Kyler’a Iraklılar ‘Ramadi Şeytanı’ adını takmış ve başına binlerce dolar ödül koymuştu. Hatta iki yıl önce bu zamanlar, ‘güvenli’ ülkesinde bir dost kurşunuyla öldüğünde Türk basını bile ‘Ramadi Şeytanı’nın şaşırtan ölümü’ şeklinde haberler yapmıştı. KOVBOYLUKTAN JANDARMALIĞA Filme göre Chris Kyler, evinde ailesiyle rahat bir hayat sürebileceği halde, Amerikan askerlerini korumak için tekrar ber tekrar Irak çöllerine gidiyor! Filmin söylemediği şey ise onun ‘öldürme hastalığı’. Irak’a gitmediğinde psikolojik sorunları daha da artan bir ‘tiryaki’ o. Chris Kyler’ın, bazı bölümleri yalanlanan otobiyografik kitabından uyarlanan filmin bunlarla ilgilendiği yok elbette. Film, Amerikan halkına ‘müsterih olun’ diyor, öldürdüysek bir sebebi var! Irak’ta o kadar insanı öldürdük ama onların hepsi ya teröristti ya da teröristlere yardım eden ‘sivil görünümlü’ kişilerdi. Halbuki film farkında olmadan bize gösteriyor: Chris Kyler’ın hikâyesi küçük çaplı bir ABD tarihi. Kovboyluktan dünyanın jandarmalığına uzanan bir tarihçe. Irak’tan döndükten sonra askeri eğitim veren bir şirket kuran Chris Kyler, yeniden silaha alışması için eğitim verdiği eski bir Amerikan askeri tarafından poligonda öldürülmüştü. ABD’nin sonunu bilemeyiz ama Kyler’ın ölümü ile 11 Eylül arasındaki benzerlik şaşırtıcı değil. Hep bir ‘sinema dervişi’ olarak gördüğüm Clint Eastwood, Amerikan siyasetinin Cumhuriyetçi (Batı ölçülerinde sağcı-muhafazakar) kanadından. Ömrünün sonbaharında Kirli Harry’den daha kirli bir filmle karşımıza çıkmasına üzülüyor insan. Irak Savaşı üzerine çekilen onca filmi ve Hollywood’un biyografideki göz alıcı geleneğini düşününce vasat da bir film üstelik...

10 Şubat 2015 Salı

Altın Ayı yarışı başladı

65. Berlin Film Festivali, dün yapılan açılış töreni ile başladı. 15 Şubat’ta sona erecek festival, İspanyol yönetmen Isabel Coixet’nin yönettiği ve Juliette Binoche’un başrolde yer aldığı Nobody Wants the Night filminin gösterimiyle açılışını yaptı.72 ülkeden 441 filmin katıldığı festivalin ana yarışmasında 19 film, 14 Şubat gecesi açıklanacak Altın Ayı ve Gümüş Ayı ödülleri için yarışacak. Ana yarışmada Terrence Malick, Werner Herzog, Peter Greenaway, Cafer Panahi ve Pablo Larrain gibi yönetmenlerin son filmleri de yer alıyor. Festivalin ilk günü Darren Aronofsky başkanlığındaki Altın Ayı jürisi basın karşısına çıktı. Alman oyuncu Daniel Brühl, Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, ABD’li yapımcı Martha De Laurentiis, Perulu yönetmen Claudia Llosa, Fransız oyuncu Audrey Tautou ve Mad Men, Sopranos dizilerinin kreatif direktörü Matthew Weiner’dan oluşan jüri, görevlerinin zor ama eğlenceli olduğunu belirtti. Berlin’e ilk defa gelen Matthew Weiner dışındaki üyeler Berlinale tecrübelerinden ve unutamadıkları anlardan bahsetti. Örneğin, 2009’da Acı Süt ile Altın Ayı kazanan Claudia Llosa, ödül aldığı anı unutamadığını söyledi.Siyah Kuğu ve Nuh filmlerinin yönetmeni Darren Aronofsky, 10 gün içinde 19 film izleyeceklerini belirterek, görevlerinin zor ama tutkuyla yapılacak eğlenceli bir iş olduğunu söyledi. Kriterlerinin ülkeye ya da film türüne göre şekillenmeyeceğini ifade eden Aronofsky, “Her film beni heyecanlandırıyor. Çin’deki bir genç kızı anlatsın ya da ABD’de 60 yaşında bir adamı anlatsın. Nerede geçtiği, hangi ülkenin olduğu değil; filmin dürüst olması önemli.” dedi. Bu yıl Berlin’in ana yarışma bölümünde Türk filmi yok. Emine Emel Balcı’nın ilk filmi Nefesim Kesilene Kadar Forum bölümünde, Faruk Hacıhafızoğlu’nun yönettiği Kar Korsanları Generation Kplus bölümünde, Derya Durmaz’ın Gri Bölge filmi ise Generation 14plus bölümünde gösterilecek. Nefesim Kesilene Kadar, aynı zamanda En İyi İlk Film Ödülü için de yarışacak.ALTIN AYI ADAYLARIQueen of the Desert (Werner Herzog), Victoria (Sebastian Schipper), Als Wir Traeumten (Andreas Dresen), Knight of Cups (Terrence Malick), Nobody Wants the Night (Isabel Coixet), Eisenstein in Guanajuato (Peter Greenaway), 45 Years (Andrew Haigh), Taksi (Cafer Panahi),Journal d’une Femme de Chambre (Benoit Jocquot), Ixcanul Volcano (Jayro Bustamante), Under Electric Clouds (Aleksei German JR.), Body (Malgorzata Szumowska), Cha va con va (Di Phan Dang), Yi Bu Zhi Yao (Wen Jiang), Aferim! (Radu Jude), Der Perlmuttknopf (Patricio Guzman), The Club (Pablo Larrain), Chasuk’s Journey (Sabu), Sworn Virgin (Laura Bispuri)

6 Şubat 2015 Cuma

Yürüdükçe özgürleşeceksiniz

Siyahî Amerikan vatandaşlarının 1965 yılında Martin Luther King öncülüğünde gerçekleştirdiği protesto yürüyüşlerini konu alan ‘Özgürlük Yürüyüşü / Selma’, iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış dürüst ve tutarlı bir politik film.22 Şubat’ta sahiplerini bulacak 87. Oscar ödüllerinin adayları açıklandığında kopan fırtınayı hatırlayalım. Aday listesinde olmaması şaşkınlığa sebep olan birçok oyuncu vardı: Amy Adams (İri Gözler), Jake Gyllenhaal (Gece Vurgunu), Timothy Spall (Bay Turner), Ralph Fiennes (Büyük Budapeşte Oteli) ve Jessica Chastain (En Şiddetli Sene)... Animasyon dalında Lego Filmi, Yabancı Dilde En İyi Film dalında da İsveç yapımı Turist’in aday gösterilmemesi Akademi üyelerinin tercihlerini tartışmaya açmıştı. Ancak esas fırtına başka bir film üzerinden koptu. Yönetmen, senaryo ve erkek oyuncu dallarında da Oscar’a aday olması beklenen Selma filmi, sadece En İyi Film ile Orijinal Şarkı dallarında adaylığa layık görülerek ‘ırkçılık’ tartışmalarının fitilini ateşledi.Ülkemizde Özgürlük Yürüyüşü adıyla gösterime giren Selma, siyahilerin sivil haklar mücadelesinin kritik bir dönemini anlatıyor. 1965 yılında ABD’de ırkçılığın yoğun olarak görüldüğü güney eyaletlerinden Alabama’nın Selma şehrinden eyaletin başkenti Montgomery’ye giden 87 kilometrelik yolda, tarihe geçen üç protesto yürüyüşü yapıldı. Siyahilerin özgürlük mücadelesinin unutulmaz lideri Martin Luther King öncülüğünde gerçekleşen bu yürüyüşler Amerikan kamuoyunda konuya karşı bir hassasiyet geliştirdi ve dönemin Başkanı Lyndon B. Johnson’u Oy Hakkı Kanunu’nu çıkarmaya mecbur bıraktı.BİR HAYALİM VAR...Geçtiğimiz yıl En İyi Film dâhil, üç dalda Oscar alan 12 Yıllık Esaret, siyahilerin mücadelesine antropolojik bir açıdan yaklaşmış, köle-efendi ilişkisinden hareketle ‘beden’in özgürlük mücadelesindeki rolü ve kullanımı üzerine yoğunlaşmıştı. Ava DuVernay’ın yönettiği Selma, meselenin felsefî-antropolojik boyutundan ziyade direniş ayağına odaklanıyor.Selma, her şeyden önce bir biyografi filmi. Politik tavrını net bir şekilde ortaya koyarken, biçimci anlatımdan taviz vermiyor. Yönetmen Ava DuVernay, tarihi karakterleri konu alan biyografi filmlerinin sıradanlığından kurtulmak için FBI’ın fişlemeleri eşliğinde anlatıyor yaşananları. J. Edgar Hoover’ın yönetimindeki FBI, Müslüman lider Malcolm X’i izlediği gibi, siyahi vatandaşların bir başka umudu Hıristiyan vaiz Martin Luther King’i de adım adım takip etmektedir. ‘Kudretli’ J. Edgar ile Başkan Lyndon B. Johnson arasındaki kısa diyalogda Amerikan tarihine ve devlet yönetimine dair önemli detaylar var. Yönetmen DuVernay, Martin Luther King ile Başkan Johnson arasındaki müzakerelere yoğunlaştığı kadar Beyaz Saray, FBI ve Alabama Valisi arasındaki pazarlıkları da öykünün akışına dâhil ederek ‘özgürlük yürüyüşü’nün cephesini genişletiyor.DİRENİŞ, AMA NASIL?Martin Luther King, 1968’de bir suikast sonucu hayatını kaybedene kadar mücadelesinde şiddete karşı mesafe almış, tıpkı Gandhi gibi pasif direnişi seçmiş bir lider. Bu yüzden bazı siyahi gruplar tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş. Selma, King’i çelişkileri ile birlikte gerçek bir karakter olarak ele alırken, siyahilerin kendi aralarındaki üslup ve yöntem tartışmasını da filmin ağırlık merkezlerinden biri haline getiriyor. Ateşli bir hatip olan King’in “kamuoyu oluşturmak için drama gerekir” anlayışından, eylemcilere zarar gelir endişesiyle protesto yürüyüşünden vazgeçmesine evrilmesinin çelişki mi yoksa değişim mi olduğu seyirciye bırakılıyor. Ailesiyle yaşadığı sorunlar ve iç dünyasındaki çatışmalar ile pekiştirilen gerçekçi King portresi, David Oyelowo’nun sade ama etkili performansıyla birleşince filmin gücünü artırıyor.Selma’nın esas gücü ise 1960’lardaki sivil haklar mücadelesini anlatırken Ferguson’un yanı sıra dünyanın bütün otoriter yönetimlerindeki direnişlerle kurduğu bağda gizli. Filmi izlerken, Türkiye’nin yakın tarihi kadar günümüz atmosferi de zihinlerde beliriyor. Hele, filmdeki ilk protesto yürüyüşünde yerel halk ile polisin işbirliği içinde göstericilere saldırıp ara sokaklarda ve kafelerde göstericileri ‘el yapımı silahlar’ ile dövmesi, dahası öldürmesi çok tanıdık.Selma, iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış, yerinde üslubu ve biçimci anlatımıyla dürüst ve tutarlı bir politik film. Etkisini uzun süre kaybetmeyen Selma, 87. Oscar ödüllerinin mevcut aday listesinde yönetmen, erkek oyuncu ve senaryo dallarında da yer almayı hak eden bir yapım. Sadece iki adaylıkta kalmasında ırkçılıktan ziyade, 12 Yıllık Esaret ile kota aşımına uğrayan siyahi haklar mücadelesi kontenjanının payı var gibi...

30 Ocak 2015 Cuma

Beni sev, beni öv, bana tabi ol!

Beş dalda Oscar’a aday olan ‘Foxcatcher Takımı’ ABD’de yaşanmış trajik bir olayı anlatıyor. Oyuncu kadrosunun takdiri hak ettiği film, klasik Hollywood anlatımının dışına çıkarak bir sistem eleştirisine dönüşüyor.Günlük hayatta bazı film repliklerinin olmadık yerde dost sohbetlerine sızması gibi büyük edebî eserler de iyi filmlerin içine sızar. Sızmaktan öte, o filme ruh üfler. F. Scott Fitzgerald’ın geçen yüzyılın eşiğinde yazdığı Muhteşem Gatsby (1925), “Altına Hücum” ile sembolleşen Amerikan Rüyası’nın erken dönem çöküşünü resmeder. Bu efsunlu rüya, çok çalışanın başarılı olacağı ve ödüllendirileceği, yetenek ve çalışma ile kısa sürede refahın ve şöhretin yakalanabileceği fikri etrafında şekillenir. Rüyanın en büyük motivasyonu ise ‘fırsat eşitliği’ sanrısıdır: Herkes eşit fırsatlara sahip; sen çalış, sen de başar!Bennett Miller’ın yönettiği Foxcatcher Takımı / Foxcatcher, Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’si ile birlikte değerlendirilmeyi hak eden bir film. Hikâyesi, Amerikan Rüyası’nın Rambo ile sembolleşen, milliyetçi dalgayla büyüyen Reagan dönemine denk düşüyor.Ağabeyi Dave gibi başarılı bir güreşçi olan Mark Schultz, 1984 olimpiyat ve 1985 dünya şampiyonudur. Babasız büyüdüğü için ağabeyi ona babalık ve akıl hocalığı yapmıştır. Ancak ağabeyinin gölgesinde kaldığını ve hak ettiği değeri görmediğini düşünür. Film, bunun altını çizen bir sahne ile açılıyor. Ağabeyi müsait olmadığı için onun yerine bir ilkokula konferansa giden Mark, Amerikan değerlerini ve başarıya giden yolu anlatır. Fakat öğrencilerin pek umursadığı yoktur. Konferans bitiminde 20 dolarlık ücretini veren muhasebe görevlisi, onu ağabeyi zanneder ve “Dave Schultz, değil mi?” diye sorar. Ardından gelen sahnede Mark antrenmana hazırlanırken ağabeyi Dave, Güreş Federasyonu’ndan üst düzey yetkililer ile görüşmektedir. Dave’in işi bitince Mark’ı çalıştırmaya gelir ve 4 dakikalık diyalogsuz güreş sahnesinde yönetmen iki kardeşin ilişkisindeki rol dağılımını, bu ilişkinin nasıl ayakta durduğunu etkili bir şekilde gösterir.BİR RÜYANIN SONUMark Schultz, ağabeyinin gölgesinden kurtulma fırsatını zengin vâris John du Pont’tan gelen teklifte bulur. 1988 Olimpiyatları’na hazırlanmak için bir güreş takımı kurmaya çalışan John du Pont, Mark’ı şu sözlerle ikna eder: “Amerikan değerlerini yüceltmeliyiz. Tıpkı eskiden olduğu gibi, herkes hak ettiği değeri ve saygıyı görmeli. Senin hak ettiğin değeri görmediğini düşünüyorum. Sen sadece ‘Muhteşem’ Dave Schultz’un kardeşi değilsin. Sen ‘Muhteşem’ Mark Schultz’sun.” Bennett Miller, Schultz kardeşlerin ilişkisiyle açtığı filmin odağına bir süre sonra John du Pont’u yerleştiriyor. Filmin esas derdi, John du Pont’un kişiliğinde simgeleşen Amerikan rüyasıyla. Beyaz Saray’ı andıran evleri ve bir Amerika alegorisi kıvamındaki çiftlikleri ile Amerika’nın kristalize olmuş hali du Pont’lar. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda orduya silah satarak zenginleşen bu ailenin vârisi John’un en büyük amacı annesinin gözüne girebilmek. Bir ‘koleksiyoncu’ olan John’u birçok sahnede -Fitzgerald’ın sözleriyle- “Az önce birini öldürmüş gibi” görürüz. Madalyaları ve plaketleri biriktirdiği birkaç odası var. Kuşbilimci, kabuklu canlılar uzmanı, pul koleksiyoncusu, madalya koleksiyoncusu ve spor meraklısı... Schultz kardeşleri de başarı koleksiyonunun bir parçası ve iktidarının kuklası yapmak niyetinde.YA BENİMSİN YA DA TOPRAĞIN!Foxcatcher, Hollywood mahsulü herhangi bir yönetmen elinde pekâlâ John du Pont’un kişisel trajedisi, annesiyle kurduğu Freudyen ilişki, arkadaşsızlığı ve sevgisizlik travması ekseninde gelişen duygusal bir drama olabilirdi. Capote (2005) ve Kazanma Sanatı (2011) filmlerinde yetkinliğini kanıtlayan Bennett Miller, meseleyi yine can alıcı yerinden yakalamasını biliyor. Hikâyenin merkezine Schultz kardeşlerin dramatik hayat öykülerini ya da John du Pont’un duygusal travmalarını değil, doğrudan Amerika’yı yerleştiriyor. Başından sonuna seyirciye bir karakter gerilimi yaşatıp müthiş bir belirsizlik duygusu ve tekinsiz bir atmosfer inşa ediyor.Tam da burada, Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly (2012) filminin çarpıcı repliğini hatırlayalım: “Amerika bir ülke değil, şirkettir.” Bu şirketin, türlü türlü başarı efsaneleri eşliğinde sunduğu rüyanın kibir, hegemonya, şovenizm ve histeri ile nasıl bir kâbusa döndüğünü gösteriyor Bennett Miller. Foxcatcher, son dönemde God Bless America (2011) ve Killing Them Softly ile birlikte Amerikan sistemini ince ince kıyan, sakin ama sert bir şekilde eleştiren nadir filmlerden biri. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Amerikan rüyasının insan ruhunda açtığı yaraları kalemiyle deşen Fitzgerald’dan beslenen Miller, aynı yüzyılın sonunda bu rüyanın bütün cesametiyle bir toplumun üzerine çöküşünü resmediyor.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Animasyon devi küçülüyor

Geçtiğimiz yıl Japonya’nın ünlü Ghibli Stüdyoları’nın kapatılacağıhaberinin ardından şimdi de DreamWorks Animasyon’dan küçülme haberi geldi. Şrek, Ejderhanı Nasıl Eğitirsin,Madagascar gibi serilerin üreticisi olan şirket, ekonomiksıkıntılardan dolayı bu yıl içinde 500 kişiyi işten çıkaracak.Hollywood’un büyük yapım şirketlerinden DreamWorks’ün animasyon şirketi DreamWorks Animasyon, sürpriz bir şekilde küçülmeye gidiyor. Amerikalı yapım şirketinden önceki gün yapılan açıklamada yıl sonuna kadar kademeli olarak 500 kişinin işten çıkarılacağı bildirildi. Mali olarak küçülmeye giden şirket, önümüzdeki üç yıl boyunca üreteceği film sayısını da azaltacak.Şrek, Kung Fu Panda, Ejderhanı Nasıl Eğitirsin, Madagascar, Çizmeli Kedi gibi animasyon filmlerinin yapımcısı DreamWorks Animasyon, işten çıkarmaların ‘kâr oranlarını düzenlemek’ için yapıldığını açıkladı. 2015 ile birlikte bir daralmaya giden şirket, bundan böyle biri yeni (orijinal) diğeri devam (sequel) olmak üzere yılda sadece iki film yapmayı planlıyor.2015’TE SADECE BİR FİLMŞirketin şimdiye kadar açıklanan 2015 projelerine bakıldığında bu durum daha net görülüyor. DreamWorks Animasyon’un 2015 planlamasında 27 Mart’ta Türkiye’de gösterime girecek Evim / Home’den başka bir film yok. Şirketin önümüzdeki üç yıla dair planlaması ise yılda iki film üzerine kurulu. 2016 programında Kung Fu Panda 3 ve Trolls; 2017’de Boss Baby ve The Croods 2; 2018’de ise Larrikins ve Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 3 filmleri var.Konuyla ilgili AP’ye konuşan DreamWorks Animasyon’un CEO’su Jeffrey Katzenberg, daralma ve işten çıkarmaların sebebini ‘fazla hırs’a bağladı. Steven Spielberg ve David Geffen ile birlikte DreamWorks’ün kurucularından biri olan Katzenberg, son yıllarda şirketin film planlamalarının çok iddialı büyüdüğünü ve bu durumun tutarsız bir performansa neden olduğunu söyledi. Şirketin içine düştüğü durumda, gişe geliri ve başarısı beklentilerin altında kalan bazı filmlerin payının olduğu bilinen bir gerçek. Özellikle, geçtiğimiz yıl gösterime giren Bay Peabody ve Meraklı Sherman: Zamanda Yolculuk filmi, eleştirmenlerden kötü not almakla birlikte Oscar ve Altın Küre’de de aday gösterilmemişti. 145 milyon dolar bütçeli film, Amerika’da 111 milyon dolar gelir getirmişti.Walt Dısney-Pıxar ortaklığına dayanamadıDreamWorks Animasyon’un küçülme kararında iki dev rakibi Pixar ve Walt Disney’in son yıllardaki başarılı animasyon filmleriyle mücadele edememesinin de etkisi var. Özellikle, Steve Jobs’un başına geçmesiyle animasyonda bir çığır açan Pixar’ın 2006’da Walt Disney tarafından satın alınmasıyla DreamWorks Animasyon rekabette iyice geriye düştü. Gişede rakiplerinin gerisinde kalan şirketin Oscar ödüllerinden yana da yüzü gülmedi. Son 10 yılın Akademi törenlerinde Walt Disney-Pixar ortaklığının 7 ödülü varken, DreamWorks Animasyon sadece bir Oscar alabildi.DreamWorks Animasyon, darboğazdan kurtulmak için 290 milyon dolarlık vergilendirilmemiş kredi alacak. Bu hamle ile 2017 yılında 60 milyon dolar büyümeyi planlayan şirket, 2015 için de 30 milyon dolar tasarruf hedefliyor. Çalışanların % 18’ine tekabül eden 500 kişilik işten çıkarmanın yıl sonuna kadar tamamlanması bekleniyor.DreamWorks’ün ekonomik sebeplerle küçülmeye gitmesi, geçtiğimiz yıl Japonya merkezli Ghibli Stüdyoları’nın kapatılma kararını hatırlattı. Anime ustası Hayao Miyazaki’nin kurucusu olduğu Ghibli Stüdyoları’nın genel menajeri Toshio Suzuki, yapılan harcamaların gişe gelirleriyle kapanamayacak boyutlara geldiğini belirterek, animasyon bölümünün tamamen kapatılacağını açıklamıştı. Oscar ödüllü Ruhların Kaçışı, Yürüyen Şato, Ponyo ve Rüzgarlı Vadi gibi ödüllü animasyon filmlerinin üreticisi Ghibli Stüdyoları’nın ardından DreamWorks Animasyon’dan gelen haber, stüdyolar arası rekabetin vardığı boyutu gösterirken, animasyon severleri de üzecek gibi görünüyor.

23 Ocak 2015 Cuma

Aramakla bulunmaz vicdan

Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, Oscar’lı filmi The Artist’in ardından herkesi şaşırtan bir hamle yaparak savaş filmiyle seyircinin karşısına çıkıyor. Cannes’da sert eleştirilere maruz kalan yönetmen, Çeçenistan gibi, dünya sinemasının görmezden geldiği bir coğrafyaya çeviriyor kamerasını.Kabul etmeliyiz ki, Stanley Kubrick gibi her türde başyapıt değerinde filmler yapabilmek, pek az yönetmenin mazhar olduğu bir yetenek. Yakın zamanda, Fatih Akın’ın Kesik filmiyle daldığı sularda kulaç atmakta ne kadar zorlandığını gördük. Benzer bir durum, bugün gösterime giren Arayış / The Search filmi için de geçerli.Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, Oscar ödüllü The Artist’in (2011) ardından herkesi şaşırtan bir hamle yaptı. En İyi Yönetmen Oscar’ını almış bir isim olarak pekâlâ kendini Hollywood stüdyolarının başdöndüren kollarına bırakabilecekken, pek de bilmediği bir alana yöneldi.Arayış, 1999’da başlayıp 10 yıl süren 2. Çeçenistan Savaşı’nın orta yerine bırakıyor seyircisini. 9 yaşındaki Hacı (Abdülhalim Mamutsiev), ailesi gözlerinin önünde Rus askerler tarafından öldürülünce kundaktaki kardeşini de alıp kaçar. Kader, Hacı ile İnsan Hakları İzleme Örgütü görevlisi Carole’un (Bérénice Bejo) yollarını Grozni’de kesiştirir. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de ailesini kaybetmiş Hacı ile Carole arasında bir bağ oluşur. Bu sırada, Hacı’nın öldüğünü sandığı ablası Raissa (Zukhra Duishvili) her yerde kardeşini aramaktadır. Diğer tarafta ise sokaklarda bir serseri gibi gezerken mecburen orduya katılan Rus genç Kolya (Maksim Emelyanov), aldığı askeri eğitim sonrası soğukkanlı bir katile dönüşür...Michel Hazanavicius, henüz beş yapımlık uzun metraj filmografisinde ‘kırılmalara’ açık bir yönetmen. Televizyon filmi ve diziler ile başladığı kariyerinde Jean Dujardin’in başrolde olduğu ‘Fransız James Bond’u sayılabilecek iki film var. Hemen ardından gelen The Artist ile sessiz sinemaya saygı duruşuna geçen yönetmen, dümeni 180 derece kırarak savaş filmiyle karşımıza çıktı. Üstelik Çeçenistan gibi, dünya sinemasının görmezden geldiği bir coğrafyaya çeviriyor kamerasını.Cannes’da yerin dibine batırıldığı kadar kötü bir film olmayan Arayış’ta Haza-navicius’un yapamadığı, belki de yapmak istemediği şey, karakterlerin motivasyonlarını vurgulamak. Bundan ısrarla kaçınan yönetmen, meselesi ile arasındaki mesafeyi korumak adına karakterlerin dünyasına nüfuz etmekte sıkıntı yaşıyor. Hacı ile Kolya’nın iç dünyası ne kadar seyirciye açıksa kilit roldeki Carole ile Raissa’nın hissiyatı ve motivasyon unsurları o kadar kapalı. Merkezinde etkileyici bir insan hikâyesi olmasına rağmen, bütün soğukluğuyla sorumluluğu ‘işgalci sisteme’ atan film, katı bir belgesele tanıklık eder gibi izlettiriyor kendini. Dramanın esaslarını hikâyesinden uzaklaştıran Hazanavicius, savaşın sebepleri, sonuçları ya da sosyal-siyasî boyutları ile ilgilenmiyor. Bu durumu ajitasyona gönül indirmeme olarak da değerlendirebiliriz. Ancak Carole, Helen (Annette Bening) ve Raissa’nın hayli özensiz diyaloglarının yanı sıra hikâyeye nüfuz etmeyi zorlaştıran kurgu da bu konudaki iyi niyetli okumaları akim bırakıyor.Öte yandan, Arayış’ın vicdanlara dokunan bir yanı var. Carole’un, Çeçenistan’daki sivil katliamlar hakkında hazırladığı raporu Avrupa Parlamentosu’nda okurken karşılaştığı umursamaz tavır gibi detaylar, filmin samimiyetini ve vicdani duyarlılığını göstermesi bakımından önemli. Kolya’nın askerlikteki dönüşümü çok işlenmiş bir tema olmasına rağmen etkileyici. Hacı rolünde Abdülhalim Mamutsiev tüm doğallığı ile filmi sürükleyen en önemli isim. Arayış’ın en güçlü yanı ise açılıştaki video çekimi. Film, bu videonun ardından gelen, Hacı ve kucağındaki bebeğin yolda yürüdüğü sahne ile biten bir kısa film olarak kalsaymış, efsane olurmuş.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Leviathan’ı yakalayabilir misin?

Andrey Zvyagintsev’in yönettiği Leviathan, temelde basit, detaylarda ise karmaşık ve katmanlı bir hikâyeye sahip. Usta yönetmen, çürümüş bir sistemin içinde hiçbir ferdin ya da kurumun ayakta kalamayacağını savunuyor.Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’i ilgiyle takip edenler, günün birinde onun dinî-politik bir başyapıt çekeceğini biliyordu. İlk filmi Dönüş (2003) ile Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan aldığında vakit kaybetmeden ‘Yeni Tarkovski’ ilan edilen Zvyagintsev’in beklenen başyapıtı dördüncü adımda geldi. Leviathan, temelde basit, detaylarda ise karmaşık ve katmanlı bir hikâyeye sahip. Rusya’nın kuzeyinde, Barents Denizi kıyısında bir kasabada yaşayan Nikolay’ın bürokrasi ile girdiği mücadeleyi izliyoruz. Araba tamircisi Nikolay (Aleksey Serebryakov), eşi Lilya (Elena Lyadova) ve oğluyla birlikte sahildeki evinde yaşayıp giderken, Belediye Başkanı Vadim (Roman Madyanov) onun arazisini satın almak ister. Nikolay, satmak istemeyince bürokrasinin ve iktidarın acımasız yüzüyle karşılaşır. Hukukî yollara başvuran Nikolay, Moskova’daki avukat arkadaşı Dmitriy’yi (Vladimir Vdovichenkov) yardıma çağırır. Ne var ki, çürümüş bir sistemin karşısında ayakta kalmak hiç kolay değildir... Leviathan, İncil’deki Hz. Eyyub kıssasının modern bir uyarlaması. Eski Ahit’te, rahatsız edildiği vakit kontrol edilemeyen deniz canavarı olarak tasvir edilen Leviathan, balinaların ‘atası’ kabul ediliyor. Thomas Hobbes’un 1651 tarihli aynı adlı eserinde bu canavarı devletin metaforu olarak kullanılır. O dönem İngiliz İç Savaşı gözetilerek yazılan eser, ‘canavarın’ nasıl kontrol edileceğini sorgular. Hobbes, siyaset ve din üzerindeki gücün tek elde toplanmasını savunur. Başka bir deyişle canavar, ancak sınırsız gücü olan bir muhafıza tabi kılınırsa kontrol edilebilecektir! BANA YOZLAŞMANIN RESMİNİ ÇİZ Hobbes’a göre bireyler tüm haklarını devlete devrederse büyük Leviathan ortaya çıkar. Bu da devletin canavarlaşması demektir. İncil’in Eyyub (Job) bölümünde ise Leviathan’ı yenmenin imkânsızlığı şu ifadelerle anlatılır: “Leviathan’ı çengelle çekebilir misin? / Dilini halatla bağlayabilir misin? / Burnuna sazdan ip takabilir misin? / Kancayla çenesini delebilir misin? (...) Derisini zıpkınlarla, / Başını mızraklarla doldurabilir misin? / Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, / Bir daha yapmayacaksın bunu / Onu yakalamak için umutlanma” (Eyüp 41, 1-9) Din ve iktidar, Andrey Zvyagintsev filmlerindeki karakterleri bir gölge gibi takip etti şimdiye kadar. Bu gölgeler Leviathan’da gün ışığına çıkıp ete kemiğe bürünüyor ve belediye başkanı, bürokrat, papaz, polis, ev kadını, avukat vs. olarak görünüyor. Çürümenin resmini çiziyor Zvyagintsev. Rus Ortodoks Kilisesi’ni, siyasetin kirli yanlarını meşrulaştıran bir kurum olarak resmederken, her alanda çürümenin yaşandığı bu sistemde hiçbir ferdin ya da kurumun ayakta kalamayacağını savunuyor. Çürüyen, sadece eskisi ve ‘yeni’siyle devlet değildir. Yozlaşmanın ‘fetvacısı’ ve ortağı konumundaki kilise, bürokrasi karşısındaki insana boyun eğmeyi telkin ederken, devlete ise gücü ve iktidarı sıkı sıkıya tutmasını tembihler. Yabancısı değiliz; dinin, siyasetin emrinde araçsallaşarak özünden uzaklaşmasının arızalarını birkaç nesildir biz de yaşıyoruz. Andrey Zvyagintsev, önceki filmlerinden farklı olarak hikâye anlatımına ağırlık veriyor, kurgu da buna göre şekilleniyor. Leviathan, güçlü senaryosu, Çehovyen atmosferi ve diyaloglarının yanı sıra görsel yetkinliğiyle de yönetmenin filmografisinde üst sıraya yerleşiyor. Piknik ve mahkeme bölümleri, belediye başkanı ile başpapazın diyalogları gibi akıldan çıkmayacak birçok sahne var filmde. Oyuncuların her biri kendine ayrılan alanda mükemmel bir kompozisyon çıkarıyor; Belediye Başkanı Vadim rolünde Roman Madyanov ise diğerlerinden bir adım önde. Son bir not: Leviathan’da olaylar Rusya’da geçiyor. Yönetmen ise hikâyenin ABD’de yaşanan bir olaydan esinle yazıldığını söylüyor. Fakat “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez.” diyen, “Biz olmasaydık sizler olmazdınız.” yollu tehditlerle vatandaşını hizaya getiren yöneticilerin olduğu bir ülkenin vatandaşları olarak bizler de pekâlâ Leviathan’ı kendi hikâyemiz gibi izleyebiliriz! HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ

9 Ocak 2015 Cuma

Köpeklerin isyanı

Macar oyuncu-yönetmen Kornél Mundruczó imzalı Beyaz Tanrı / Fehér Isten filmi, büyüme çağındaki bir çocuk ile köpeği arasındaki dostluk üzerinden modern toplumun sorunlarına değiniyor. Etkileyici görselliği ve seyirciyi ikilemde bırakan alt metinleri ile 2015’in yıl sonu listesine girmeyi şimdiden hak ediyor.Bazı filmler tahlihsiz ‘doğar’. Gerçek hayat gibi acımasız bir düşmanı vardır onların. 2002 yapımı Telefon Kulübesi / Phone Booth, orta karar bir gerilimdi. Keskin nişancının tehdit ettiği bir adamın telefon kulübesinde geçen öyküsünü anlatıyordu. 2002 Kasım’ında gösterime girecek filmin fragmanları sinemalarda dönerken, vizyon tarihinden birkaç hafta önce, ABD’nin üç eyaletinde 10 kişinin ölümüyle sonuçlanan keskin nişancı dehşeti yaşanınca gösterimi ertelendi. Telefon Kulübesi, ancak 2003’ün Nisan ayında gösterilebildi.Suç Çetesi / Gangster Squaid (2012) de yakın zamandan bir talihsiz. Sean Penn, Josh Brolin, Emma Stone, Ryan Gosling gibi yıldız oyuncuların yer aldığı film, 7 Eylül 2012’de gösterime girecekti. Ancak 20 Temmuz günü Colorado’da bir sinema salonunu basan 25 yaşındaki genç, 12 kişiyi silahla öldürdü. Bu korkunç olayın tıpatıp aynısı 1940’ların suç dünyasını anlatan Suç Çetesi filminde de geçiyordu. Filmin fragmanı derhal yayından kaldırıldı, vizyon tarihi de ocak ayına ertelendi. Ancak olayın etkisi uzun süre devam etti ve filmin gösterimi 2013 Haziran’ında, sinema baskını sahnesi olmaksızın yapıldı.Macar oyuncu ve yönetmen Kornél Mundruc-zó’nun Beyaz Tanrı / Fehér Isten filmi ise bugünün ‘talihsizi’ sayılabilir. Alt metninde Avrupa’daki yabancı düşmanlığına dikkat çeken film, mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris’teki merkezine yapılan vahşi saldırıdan birkaç gün sonra gösterime giriyor. Her ne kadar, geçtiğimiz mayıs ayında ödül aldığı Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapsa da Türkiye’deki vizyon tarihi, filmin anlatmaya çalıştıklarını gölgede bırakacak bir zamanlamaya sahip.“KÖTÜ OLAN HER ŞEY SEVGİMİZE MUHTAÇTIR”13 yaşındaki Lili (Zsófia Psotta), annesinin üç aylık yurtdışı seyahati sırasında babasına taşınır. Kuralcı baba, Lili’nin köpeği Hagen’ı hoş karşılamaz. Ayrıca, Macaristan’da yeni bir kanun çıkmıştır. Melez köpekler, fazladan vergiye tabi tutulacaktır. Yeni yasanın yanı sıra komşuların şikayetini de bahane eden baba, Hagen’ı sokağa atar. Ev köpeği Hagen, bir süre sokaklarda bocalar, işkencelere maruz kalır, dövüştürülür. Ve bir gün melez köpeklerle birlikte Budapeşte sokaklarında isyan çıkarır...Beyaz Tanrı’nın iki fantastik sahnesi var, biri açılışta diğeri kapanışta. Yönetmenin söylemeye çalıştıkları için sadece bu iki sahne bile yeterli. Kornél Mundruczó, epigraf niyetine Rilke’den bir alıntıyla açıyor filmini: Kötü olan her şey sevgimize muhtaçtır. Sinemaseverler, aynı cümleyi William Monahan’ın Londra Bulvarı (2010) filminden hatırlayacaktır. Bir Lassie öyküsü gibi başlayan film, Maymunlar Cehennemi Şafak Vakti (2014) ve Hitchcock klasiği Kuşlar’a (1963) kadar uzanıyor. İki farklı köpeğin ‘oynadığı’ Hagen, isyancı maymun Caesar’ın bir benzeri.Macar yönetmen, ilk katmanda insanların köpeklere yaklaşımını ele alıyor. İkinci katmanda ergen bir karakter ile köpeğin dostluğu üzerinden modern toplumun ‘ötekine’ bakışına odaklanıyor. Efendi-köle ilişkisi ise üçüncü aşamada devreye giriyor ve Avrupa’daki yabancı düşmanlığı ile göçmen sorunu resmediliyor. Ancak Kornél Mundruczó, bu katmanların altını çizmede, biraz çekingen ve kararsız. Hagen’ın durumuna dair alegoriyi vurgulamaktan kaçınan yönetmen, teraziyi daima köpek-insan ilişkisinde sabitliyor. Bu bilinçli tercih, filmin alegorisini zayıflatmasına rağmen, final sahnesindeki ‘eşitleme’ etkisiyle birlikte izleyici için o ana kadar derinlerde saklı olan bütün metaforların su yüzüne çıkmasına sebep oluyor.Hagen’ı oynayan iki köpek, filmin ‘yıldızı’. Sivas’taki tartışma Beyaz Tanrı için de geçerli. Lili’de küçük oyuncu Zsófia Psotta gayet başarılı. Sallantılı omuz kamerası, dinamik kurgusu, titiz görselliği, seyirciyi ikilemde bırakan alt metinleri ile Beyaz Tanrı, 2015’in yıl sonu listesine girmeyi hak eden yapımlardan.

6 Ocak 2015 Salı

Sinemalarda ‘Mucize’ bereketi

Yeni yılın ilk günü gösterime giren Mucize filmi bir rekor ile açılış yaptı. Mahsun Kırmızıgül’ün yazıp yönetip oynadığı film, ilk üç günde 642 bin 187 kişi tarafından izlenerek 2015’in ilk rekorunu da kırmış oldu.Üç günlük hasılatı 7 milyon 187 bin 920 TL olan Mucize, yeni sezonun başlangıcı olarak kabul edilen geçtiğimiz eylülden bu yana en yüksek açılış rakamına ulaştı. Bu sezonun ilk üç gün açılış rakamları açısından Mucize’yi 430 bin 596 kişi ile Hobbit: Beş Ordunun Savaşı izlerken, Cem Yılmaz’ın filmi Pek Yakında 398 bin 864, Çakallarla Dans 3 ise ilk üç gününde 380 bin 63 bilet satışı yakalamıştı. Mahsun Kırmızıgül’ün dördüncü filmi Mucize, 1960’lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Filmde, Doğu Anadolu’nun ücra bir köyüne giden Egeli bir öğretmen ile köyün ‘sakatı’ Aziz arasındaki dostluğa odaklanılıyor.

2 Ocak 2015 Cuma

Aşkınla ne garip hallere düştüm

Mahsun Kırmızıgül’ün dördüncü filmi ‘Mucize’, insan emeği, sabrı ve sevgisi ile gerçekleşen bir dönüşüm sürecini anlatıyor. 1960 darbesinin sonrasında Doğu Anadolu’daki ücra bir köyde geçen filmde, doğu-batı kardeşliğine vurgu yapılıyor.Mahsun Kırmızıgül, Mucize filminde ‘insanı aciz bırakan’ bir olaydan ziyade, ancak insan emeği, sabrı ve sevgisi ile gerçekleşebilecek bir tedavi/dönüşüm sürecini anlatıyor. Güneşi Gördüm ile ‘yönetmen’ sıfatını hak eden Kırmızıgül’ün dördüncü filmi de onun sinemasının alamet-i farikalarını taşıyor.“Gerçek bir hikâyeden alınmıştır” ibaresi ile başlayan Mucize, 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen sonrasında Doğu Anadolu’da ücra bir köye götürüyor bizi. Egeli bir öğretmen (Talat Bulut), mecburi şark hizmetini yapmak için bu köye gelir. ‘Mektep’ bile olmayan köyde, büyük umutlarla karşılanır ‘Muallim Bey’. Zengin kayınpederinden aldığı parayla köye okul yaptırır. Okulun yapımını da eşkıya Cemilo ve adamları üstlenir. Bu okulda çocuklarla birlikte, köylünün deli muamelesi yaptığı Aziz (Mert Turak) de okumaya başlar. Bu arada, Aziz’in ağabeyleri annelerinin görücü usulü ‘dini bütün’ kız bulma merasimleri sonucu birer birer evlenir. Sıra Aziz’e geldiğinde ise ‘sakat’ olduğu için girişimde bulunulmaz. Babasının bir rastlantı sonucu hayatını kurtardığı İsa’nın kızı Mizgin (Seda Tosun) ile Aziz, ailelerin rızasıyla evlendirilir. Bundan sonrası, Aziz ile Mizgin’in etraftan gelen horlamalar ile mücadele edip birbirlerine destek olma sürecidir...‘GERÇEK HİKÂYE’DEN GERÇEKÇİLİĞE...Son dönemde yerli yönetmenleri esir alan bir hastalık peyda oldu. Açılış ya da kapanış jeneriğinde kullanılan “Gerçek bir hikâye” ibaresinin filmin gerçeklik algısı için yeterli olacağı düşüncesi hakim. Anlatılan olayların gerçeklere dayanması ya da yaşanmış olması onu izleyenin de -mecburen- inanmasını gerektirmez. Burada sinema devreye girer. Gerçeklik ile gerçekçilik farkı, sinema eliyle daha net görülür. Mucize, hikâyesinin yaşanmış bir olay olmasının rehavetiyle yayıldıkça yayılıyor perdede. Karakterlerini inandırıcı kılmak, diyalogları güçlendirmek, anlatımına ritim kazandırmak için gayret göstermiyor. 136 dakikalık film pekala 80-90 dakika olarak da perdeye gelebilirmiş.Bununla birlikte Mahsun Kırmızıgül, Kürt sorunu ve 27 Mayıs’ın bürokratlar üzerindeki yansımasına dair önemli detaylar sunuyor. İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün darbe karşısındaki gerçek tavrını belli korkulardan dolayı gizlemesi, muallimin çocuklarla birkaç cümle de olsa Kürtçe iletişime geçmesi gibi detaylar yakalanmış. Ağa zulmüne direnip “Bu düzen böyle gitmez.” diyerek dağlara çıkan eşkıya Cemilo üzerinden de terör sorununun kökenine dair tezler dikkat çekici. Temelde bir insan hikâyesi anlatan filmin arkaplanında görünen bu meseleler, filme nitelik kazandıran özellikler. Ancak bunların çok geri planda ve küçük bir detay olarak perdeye yansıması, Aziz’in öyküsünün de anlatımdaki sıkıntılar sebebiyle 136 dakikanın ağırlığını taşıyamaması filmi zayıflatan unsurlar.90’lardaki ‘Hepimiz Kardeşiz’ şarkısından bu yana Türkiye’de doğu-batı kardeşliğini savunan Mahsun Kırmızıgül, yakın zamanda televizyona yaptığı bir dizide de bu konuyu işlemişti. Mucize, temelde yine aynı meseleden yola çıkıyor. Yer yer mizahi durumlar barındıran kız isteme merasimi ve yöre halkının kadına yaklaşımındaki sıkıntıların hiç sorun edilmemesi, hatta olumlayan bir bakış açısıyla yansıtılması ise filmin söylemi açısından ciddi bir zaaf. Ayrıca Mucize, Kürt sorunundaki önemli konu başlıklarından ‘anadilde eğitim’i büyük bir problem olarak görmüyor. Filme göre esas mesele, adaletsizlik ve eğitimsizlik.İşin teknik yönünde Mahsun Kırmızıgül’ün her adımda kendini geliştirdiğini söylemeliyiz. Kamera kullanımı, görüntü yönetimi, ışık ve renk tercihleri birinci sınıf. Ancak birbirinden güzel bu kadrajların hikâyeye hizmet ettiğini söylemek zor. Ciddi bir biçim-içerik sorunu göze batıyor. Senaryodaki tıkanıklıklara ilaveten içi yeterince doldurulamamış baskın bir görsellik var. Mahsun Kırmızıgül sinemasının özelliklerinden ‘duygu yoğunluğu’ ve bununla birlikte hikâyenin önüne geçen aşırı müzik kullanımı da Mucize’nin handikaplarından. Mucize, Beyaz Melek, Güneşi Gördüm ve New York’ta Beş Minare gibi ‘büyük hikâye’ potansiyeline sahip bir film değil. Fakat Mahsun Kırmızıgül büyük hikâye anlatmakta ısrarcı olduğu için filmin anlatım dili böyle şekilleniyor.